24 Eylül 2009 Perşembe

KAZANOĞLU'NU TANIYALIM

O dost bir yürek… Sazıyla, sözüyle, özüyle bizden biri… Palandöken yaylasından, Dadaşlar diyarı Erzurum’dan getirdiği manevî bereketi, gönül zenginliğini dostlarıyla paylaşıyor. Dilinden ve telinden dökülenler, bizim havamız, bizim davâmız, bizim sevdâmız… Hızlı yaşayıp hızlı tüketen ve gelenekten kopan çağdaşlığa inat, sazını omzundan indirmeyen bir kahraman… “Kahraman” kelimesini bilerek ve seçerek kullandım. Çünkü “at uşağı kılıklı adamlar” gibi horlamalara ve bir halk âşığının yıllık kazancından fazlasını bir gecede kazanan “sahne sanatçıları”na rağmen; Kazanoğlu direniyor. Pes etmiyor. Halk edebiyatımızın omurgası bir geleneği, âşıklığı, ozanlığı yaşamaya ve tek başına da kalsa yaşatmaya çalışan bir avuç insandan biri… Reyhanîleri, Sümmanîleri arayan ve anlayan bir toplum yok ortada…  Buna rağmen onlar Reyhanîlerin, Sümmanîlerin bayrağını yere düşürmemek için direniyorlar…
Kazanoğlu’nu ne zamandan beri tanıyorum?.. Bir olay, bir tarih tesbit edemiyorum. Sanki “kalû belâ”dan beri tanışıyoruz gibi bir his var içimde… O’nu tanımanızı isterim..Selahaddin KAZANOĞLU, özgeçmişini şöyle anlatır:

“26.12.1955 de Erzurum’un Pazaryolu İlçesi’ne bağlı, Süleymanbağı Köyü’nde doğdum. İlkokulu orada bitirdim. Maddi imkansızlıklardan öğrenimime devam edemedim. 1969’da gurbete çıkmak zorunda kaldım. 1970 de sazla söylemeye başladım.
1975 de evlendim. Beş kız, bir erkek çocuk babasıyım.
Gurbeti usta edindim. İçimin hasret denizini türkülerime akıttım. Tellerimi, gönüller arasına dostluk köprüsü yaptım. Kuşlar uçmayı, balıklar yüzmeyi kimden öğrendiyse, ben de aşıklığı O’ndan öğrendim.Yurt dışında ve içinde gezerek, ozanlık yaptım. Birçok ödül ve derece aldım.1981 de Antalya’ya yerleştim.
Gönlüm güle, geçimim tele bağlıdır.”
Buraya kadar onun anlattıkları, bir de onu benden dinleyin.
Aşıklığı ve aşıkları 1965 yılından beri tanımaya başlamıştır. İlk tanıdığı aşık, köylerine gelen, güçlü bir şair olan Hicranî’dir. Sadece yetişkin erkeklerin katılabildiği, köy-odasında yapılan bu toplantıya, babası ile gitmeyi başarır. Orada, babasının dizinde, baştan sona kadar Hicrani’nin sanatını soluksuz seyreder, ona hayran kalır. Hele köy gençlerinin, aşığın hava almak için birazcık dışarıya çıkmasından yararlanarak hazırladıkları muamma, onun için bir ibret, unutulması imkânsız bir anı olur.
Gençlerin, bir mendil içine koydukları farklı üç küçük cismin neler olduğunu bilmesi istenilen aşık, uzun süren dua, yakarış ve yalvarışlardan sonra, Allah’ın yardımıyla o üç küçük nesnenin ne olduğunu bilir. Herkes gibi, o zamanlar on yaşlarında olan Kazanoğlu da hayretler içindedir. Hala o günü, o muamma olayını, çözerken kan ter içinde kalan Aşık Hicrani’yi anarken heyecanlanmaktadır.
1969 da İstanbul’da iş kuran ağabeyinin yanında çalışmaya oraya gittiğinde de gurbetle tanışır. Ağabeyinin yanında, inşaatlarda çalışırken, hep, para biriktirip, bir saz almayı düşler. Söylediği şarkıları herkes beğenerek dinlemektedir. İlk gidişinde, köye paralı döner, fakat bu parayı ailesi için harcar. İkinci gidişinde, saz için biriktirdiği para ile sazına kavuşur.
Köyde tulum çalmayı öğrenmiştir. Fakat, sazı hiç eline almamıştır. İki teli birbirine ayar edip,çalmaya başlar, olmayınca telleri değiştirip, akort ettirir. Artık yavaş yavaş çalmaya başlamıştır. Çala çala ilerletir.
Kendisine, ustasının kim olduğu sorulduğunda söylediği gibi, Kazanoğlu bu sanatı, kuşlara uçmayı öğretenden öğrenmiştir. Gurbetin burukluğu, hasretin acısıyla çalıp söylemeye başlar. Okuduğu kitaplardan, Türk edebiyatındaki ölümsüz aşkları ve onların efsaneleşmiş kahramanlarını tanır, ama aşkı daha tam anlamıyla bilmediği için, gurbeti, hasreti söylemektedir. Daha sonra, töre gereği, seçme hakkı kullandırılmadığı için, ailesinin uygun gördüğü bir kızla evlendirilir. Fakat, Kazanoğlu’na sevgiyi, aşkı öğreten odur. Bir kızı dünyaya gelir; birkaç yıl sonra, her güzel şeyin çabucak bittiği gibi, bu beraberlik de eşinin kan kanserinden ölmesi ile en acı şekilde biter. Ozanımız taşıyamayacağı kadar keder içinde kalır. Kimseye söyleyemediği sırları sazıyla paylaşır. Eşinin ölümü, kızının özlemi…
O gün bu gün sazıyla, sözüyle gönül gönül dolaşmaktadır. İşte bir halk ozanının doğuş öyküsü!
Daha sonra ikinci evliliğini yapar. 1979 da çalışmak için tekrar gurbete, bu defa Almanya’ya gider. Orada Ozan Arif’le bir program yapar. Bu onun ilk sahneye çıkışıdır.
Bu arada, bir kızı daha dünyaya gelmiştir. 1980 de Türkiye’ye döner. Kendisini henüz aşık kabul etmemektedir. Fakat, herkes ona “Aşık” diye hitap etmeye başlamıştır bile.
İstanbul Fatih Üniversitesi, Türk Dili Edebiyat Bölümünce Hikmet Çığlık tarafından, 2004 Yılında “Aşık Kazanoğlu’nun Hayatı ve Şiirleri” isimli bir tez hazırlanmıştır. Bu tez, üniversite arşivindedir. İncelemek isteyenler ulaşabilir.

Kazanoğlu’nun iki şiiri ile dost gönülleri selamlıyalım:
ELİN ADAMI

Ey uyuşuk beyin, satılmış fikir
Sanma boş duruyor, elin adamı.
Sana fayda etmez, şuursuz zikir
Kapına vuruyor, elin adamı!

Helal iken haram kazanda piştin
Sana ne oldu ki; böyle değiştin?
Haklı iken, haksız duruma düştün
Bak hesap soruyor, elin adamı!

Niye tarihini karıştırmadın?
Bilgini, çağ ile yarıştırmadın
Sen, kendi kendini araştırmadın
Uzayı tarıyor, elin adamı!

Tembellik karışmış, bizim genlere
Geleceği, ayar etme dünlere
Venüs’e, Merkür’e, gezegenlere
Bir dünya kuruyor, elin adamı!

Düşünsene niçin olmuşuz, sefil?
Türklük senedine olan yok, kefil.
Pusuya düşmüşsün, uyan be gafil!
Dört yanın sarıyor, elin adamı!

Kazanoğlu saklı kaldı, sözlerde
Hala koyun gütmekteyiz, düzlerde.
Bu gün komşularda, yarın bizlerde
Burda ne arıyor, elin adamı?
UTANIYORUM

İhlassız, yastığa düşünce başım
Daldım bir rüyaya, utanıyorum.
Nefsimin elinden feryetlanayım
Lekelendi maya, utanıyorum.

Orman yaktık, bomba attık, terlettik
Füzelerle semaları zorlattık
Kan akıttık, pislik döktük, kirlettik
Bakınca dünyaya, utanıyorum.

Çıplak etten görünmüyor, sahiller
Mahremini sergiliyor cahiller
Bildiğini inkar eder, ehiller
Bitti edep, haya, utanıyorum.

Kanallarda, kızgın çöllerde sürdük
Çoğunun koluna kelepçe vurduk
Hem yıkandık, hem içine tükürdük
Girince deryaya, utanıyorum.
Bir sürmemiz vardı, bir de kınamız
Böyle süslenirdi, bizim anamız
Kabuğunu beğenmiyor, danamız
Yüzler bir ton boya, utanıyorum.

Yardım etmez, yanındaki muhtaca
Beş kere, on kere gidiyor, hacca
Faizci cemaat, çıkarcı hoca
Bıktım saya saya, utanıyorum.

Kazanoğlu, dürüstleri kınamam
Ahret günahını siler mi hamam
Verdiği ilimi yapmasam tamam
Ne derim Mevla’ya, utanıyorum.

Hasan TÜLKAY 20 Temmuz 2009 Pazartesi-ANTALYA
babaturk@mynet.com hasantulkay@hotmail.com
http://hasanhocam.skyrock.com/ http://hasanhoca.azbuz.com/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder