20 Ekim 2009 Salı

AYDINLIK BİR HATA DOĞRU

LAFI BIRAK, YAŞAMAYA BAK

Kemal Süleymanoğlu

Nasihat etmenin, yanlış olduğunu hiç kimse söyleyemez. Fakat bunlar, zorluklarla karşı karşıya gelmeden önce yapılmalı değil mi? Hastalığını veya acizliğini kabul edip çare arayan kişiye laf değil, icraat lazımdır.
Her şeyi yerinde ve zamanında yapmak güzeldir. Konuşma, yani düşündüğünü açıklama kabiliyeti, insana verilmiş olan en büyük nimetlerden. Fakat her derdin ilacı değil. Hele yerinde ve zamanında olmazsa...




Mesela boğulmakta olana nasihat etmek boşuna zaman kaybetmektir. Bunun yerine onu kurtarmak için bir ip uzatmak en doğru iştir. Acılar içinde kıvranan hastaya sağlıklı olmanın faydalarını anlatmak yerine, ağrı kesici vermek ve tedavisine koyulmak gerekir. Borçluya, borca düşmenin zararlarını anlatacağına, borcunu ödemesi için birkaç kuruş vermek sonuç getirir.
Nasihat etmenin, sağlık bilgilerini öğretmenin, borcun zararlarını anlatmanın yanlış olduğunu hiç kimse söyleyemez. Fakat bunlar, zorluklarla karşı karşıya gelmeden önce yapılmalı değil mi? Hastalığını veya acizliğini kabul edip çare arayan kişiye laf değil, icraat lazımdır.
Ayağınızın kırıldığını ve bu yüzden ağrılar içinde kıvrandığınızı düşününüz. Hastaneye götürüldünüz ve doktorun önüne yatırıldınız. Doktorun ne yapmasını beklersiniz? Karşınıza geçip hangi kemiğin kırıldığına, bu tür kırıklara tıp sahasında hangi ismin verildiğine, ağrıların nasıl oluştuğuna ve beyin tarafından nasıl algılandığına dair bilgiler verilmesini mi? Yoksa hemen müdahale edip önce ağrı kesici ile ağrılarınızı dindirmesini, sonra kırığı düzelterek alçıya almasını ve tedavi için gerekli ilaçları yazmasını mı beklersiniz? Elbette tedavi beklenir. Böyle bir durumda doğru da olsa lafların ağrıları kesmediğini, kırığı düzeltmediğini, ayağı alçıya almadığını hepimiz biliriz.
Bu hakikat ışığında şu soruyu sormak gerekir: İslamî ilimler sahasında az çok bilgi sahibi olan insanlar ne yapıyor? İnsanlar geliyor ve “Efendim! Ben Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etmek istiyorum. Namaz kılarken çarşıda pazarda değil, Allah’ın huzurunda olduğumu hissetmek istiyorum. Bunun bilgi kısmını öğrendim, ama yaşantısından uzağım; bunu bana yaşatın veya yaşamanın yolunu gösterin!” diye çare arıyorlar. Biz ne cevap veriyoruz?
Hz. peygamber (A.S.) sadece bilgi mi aktarmış, yoksa nasıl yaşanacağını da öğretmiş midir? İslâm tarihi boyunca bu tür taleplerin cevabı ne olmuştur ve kim tarafından verilmiştir?
Hemen bir gerçeği ifade etmek gerekir: Hz. Peygamber (A.S.)’dan günümüze, müslümanların bu tür arayışları hep olagelmiştir.
Bu arayışlara cevap verebilenler, Hz. Peygamber’in sünnetini, hayatlarının merkezine yerleştiren takva imamları, tasavvuf büyükleri olmuştur. İnsanlar onların yanına vardığında, sözden ziyade icraat görürler. Gelen insanlar, manen hasta olduklarını kabul eden ve çare arayan insanlardır. Yukarıda verdiğimiz hasta örneğinde olduğu gibi mana doktorları hemen tedaviye başlarlar. Önce gelen insanlarla birlikte Allah’a karşı acziyetlerini itiraf manasına tevbe ederler. Arkasından farz olan amellerin yanında manevi hastalıkları tedavi edecek zikir, tefekkür, ve tezekkür yolunu öğretirler.
Bir de bakarsınız ki, Allah’ın ikram ettiği muhabbet atmosferinde bu insanlar günden güne gelişir ve olgunlaşır. Nice bitirim şahsiyetler, bu mana güneşlerinin önünde olgunlaşmış başaklar gibi kemale ermiştir. Hayattan ümidini kesmiş ve yaşayan ölü gibi dolaşan niceleri, bu takva imamlarının meclislerinde hayat bulmuştur. Aynen Resul-i Ekrem (A.S.)’ın gününde olduğu gibi...
Çünkü Allahu Tealâ öyle buyurmuştu: “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de, O gönüllerinizi birleştirdi ve O’nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan sizi O kurtardı. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.” (Âl-i İmran/104)
Allah, Saadet Asrı’nda insanlara Rasulünü ikram ederek ateş çukurunun kenarından kurtardığı gibi, bütün İslâm tarihi boyunca Rasulünün ahlâkı ile ahlâklanan takva imamları ile de O’nun ümmetini kurtarmıştır ve kurtarmaktadır.
İnsanların aradığı çare işte budur. Tasavvuf ve takva imamları, bu usülü kendi kanaatleri ile ortaya çıkarmamışlardır. Bu usül, bizzat Resul-i Ekrem’in tebliğ ve irşad usülüdür. Onların yaptığı da, O’nun sünnetine sıkı sıkıya sarılmaktan ibarettir.
Hz. Peygamber (A.S.), faydasız ilimden Allah’a sığınmıştır. Herkes O’nun az konuştuğunu, fakat etrafında bulunanların yaşantılarını tamamen değiştirdiklerini anlatmıştır. Dinin bütün hükümlerini önce kendisi yaşamış, Ashab-ı Kiram’a da yaşatmıştır. Yirmiüç sene zarfında farklı kabiliyetlerde ve farklı kültürlerdeki insanları kendi atmosferinde pişirmiş, dünyanın en olgun toplumunu meydana getirmiştir.
Saadet Asrı’nda Efendimiz’in huzuruna varan insanlar, İslâm’ı kabul ettikten sonra O’nun önderliğinde hemen ircaata geçiyorlardı. Allah’ın huzurunda nasıl durulacağını, O’nun nasıl zikredileceğini, nasıl secde edileceğini, Efendimiz örneğinden görerek ve anlayarak öğreniyorlardı. İnsanlarla ve diğer bütün varlıklarla ilişkilerde hangi ölçülere riayet edileceğini, her varlığın hukukunun nasıl gözetileceğini O’na uyarak tatbik ediyorlardı. Resul-i Ekrem (A.S.), hayatı dengeli bir şekilde yaşayabilmek için onlara çeşitli ameller, zikirler ve tesbihler tavsiye ediyordu. Ashab-ı Kiram’da bu tavsiyelere güçlerinin yettiğince riayet ediyorlardı.
Böylece onlar, ümmetlerin en hayırlısı olurken, yaşadıkları asır da saadet asrı oldu.
Yol, O’nun yoludur. “O halde dileyen Rabbine ulaştıran bir yol edinsin” (Nebe/39).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder