8 Haziran 2010 Salı

FRANSIZ CENNETTE, TÜRK CEHENNEMDE...

Bizim ülküdaşlardan Yusuf Kurudere'nin PANTİN'deki konfeksiyon atölyesinde çalışan iki hemşehrim... Gülay ve Mustafa Azsızan... Antalya Bademağacı'ndan, 1982 yılında kopup gelmişler Paris'e... Karı-koca, yıllardır konfeksiyon işinde çalışıyorlar... Hikayelerini sadece birkaç dakika dinleyebildim. Birkaçsaat dinlesem, kimbilir, belki de ağlayacaktım...

Daha çok Gülay hanım konuşuyor... Mustafa bey de arasıra söze karışıyor. Tanıdık mekanlar, tanıdık insanlar, tanıdık hayatlar, insanları birbirine daha çok yaklaştırıyor. Aynı atölyede çalışan Çinli, Pakistanlı, Araplar pek ilgimi çekmezken, Türklerin hepsiyle ayrı ayrı konuşmak, hikayelerini dinlemek istiyorum. Fakat öncelikle de Antalyalıları dinlemek istiyorum. En çok onların resimlerini çekiyorum, en çok onlarla ilgileniyorum. Demek ki milliyetçilik psikolojik bir vakıa... Vatanımızı seviyoruz, Türkiyemizi özlüyoruz. Ama doğduğumuz, kucağında pek çok hatıramızı yaşadığımız köyümüzü, bucağımızı, mahallemizi daha çok seviyor, daha çok özlüyoruz.

Fransızlarda Fransız olmak mı daha mühim, yoksa Parisienne (Parisli) Lyonnaise (Lyonlu) olmak mı?.. Yani hemşehrilik mi, yurttaşlık mı baskındır?.. Doğrusu bilemeyeceğim. Fakat biz, aynı ülkenin vatandaşları arasında, şehirlimizi, köylümüzü daha çok severiz. Yeni tanıştığımız bir kimseye ilk sorumuz: "Nerelisin Hemşerim, memleket nire?.." Doğrusu Fransızların belki soracakları son tanışma sorusudur "nerelisin?" Demek ki , daha gerçek mânada millî toplum olamamışız... Yani Batılı sosyolojik ölçülere göre tam bir millet değiliz. Müteveffa lider, iktidar ortağımız Ecevit'in tabiriyle "Yöresel bağnazlıklarımız ulusal bilincin önünde..."

Kafamızı millet ve milliyetçilik meselesine takdığımız için, hemşerilerimi anlatmayı unuttum. Yenge Gülay hanım vaktiyle bizim oralarda çok çalışmış. Daha çocukken Kızılkaya'ya, Uğurlu'ya, Karapınar'a pancar, tütün, afyon çapasına gidermiş. Gençliğin baharı sayılabilecek çağlarında yolları gurbete düşmüş... Çocuklarının üçü Türkiye'ye dönmüş, onlar iki çocuklarıyla Paris'te hayat kavgasına devam ediyorlar. Bana imreniyorlar yakında Türkiye'ye döneceğim için... Keşke biz de bağlanıp kalmasaydık, diyorlar...

Bizimkiler Avrupa'ya çalışmaya gelmişler, çok zor şartlar altında olsa da çalışıyorlar, çalışmak zorundalar... Antalya'ya da her yıl onlarca, yüzlerce Avrupalı yerleşiyor. Tatile gelip kalanlar var... Çoğunluğu da emekli... Antalya'nın denizinden, kumundan, havasından, suyundan ve harika tabiat güzelliklerinden istifade etmek için Türkiye'ye kapağı atıyorlar. Hiç değilse ahir ömürlerini stresten, gürültüden uzak, asude bir ortamda yaşamak istiyorlar...

Antalya'da hayat, onlar için dünyadaki cennet...

Paris'te hayat, bizimkilere cehennem...

Fransız cennette, Türk de cehennemde...

Batsın mı bu dünya?..

Batmasın amma, bütün insanların karnı tok, sırtı pek, huzur ve güven içinde yaşayacakları adil bir dünya kurulsun...

Vatan yolu gözleyen Antalyalı Mustafa ve Gülay Azsızan çiftine selam olsun...

Hasan TÜLKAY - Mayıs 2010 PARİS

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder