30 Haziran 2010 Çarşamba

YETİM


Asr-ı hüsran eyledi ne edersin kendine,

Kul hakkıyla yetinen o yetim sen misin?

Yarin selam söyledi git ona var de ki ne

Neylerse o kendine yetinsin diyende sensin.


Hükmünen seyreyledi bağrı yanık acılar

Mazlumun dergâhına kâr eyledi yolumuz,

Sefalet-i- şerrineni adab-ı- hak sandılar.

Adabı hak onlarda müspeti bol ağız


Üç dirhem yedirdi, hakkını helal et demeden,

Helâli hoş olsun bu sefili yaradan.

Kahr-ı- azabını seyreyledi hep diline.

Mağfireti dolandı yüreğini sıradan.


Görünmezi hoş kıldı bu müşfik-i- emriniz,

Bolluğunan serperdi attığınız nimetin

Kâh gönlünüz süzüldü fikr-i- erkanınan

Serptiğiniz rızıkla yol eyledi acıkan.


Onuru kırılganın sözleriyle alınan,

Hakikat şehrini gözlerin öne serdim.

Fikr-i- musallanın taşına el değmeden.

Değdiğim o taşın kıymeti hepimizin.


ONURCAN AYDOĞMUŞ

30-06-2010

ANKARA







29 Haziran 2010 Salı

Benim Sevdiğim Kadar Sende Sever misin?


Sevdiğin kadar sevilirsin diyor bir şair…

Düşünüyorum da ne kadar da büyük bir yanılgı

Yoksa bir tek ben miyim sevgisi boşa akan

Hayır bu gerçek olamaz

Eğer ki herkes sevdiği kadar sevilseydi aşk denilen şey bu kadar ızdırap yaratamazdı

Evet gerçekten de büyük bir yanılgıymış

Acı ama gerçek olan şudur ki hiç kimse sevdiği kadar sevilmemiştir…

23 Haziran 2010 Çarşamba

Bosluktaki yaprak




boslukta savruldu savruldu yaprak
düstü karanlik bir kuytuya

boslukta yer aradi kendine
aradi aradi aradi

geldigi yeri gectigi yollari
düsündü düsündü

takili kaldi bir telde
kendini iyi hissetti

aldirmiyordu artik hicbirseye olana bitene
gelip gecip gecene

ben iyiyim burada diyordu
baharlar geldi
kök sarmasiklar gibi sarilmisti
gitmeye hic niyeti yoktu
birgün karli soguk bir firtina ile düstü yere

o dikenli tel örgüde iken
oraya konan bir kus vardi
ona yardim etti

yaprak üsüdü yüregi buz kesti
anlamisti ki boslukta aradigi bosluk
hicte iyi bir yer degildi

bir süre daha ordan orara süründü savruldu
sonra gitmeye karar verdi

ucup giden son kuslarin pesine takilip gitti
ve bi daha dönmedi

boslukta savrulmak ne kadarda kötüydü
yaprak anladi ki
dalinda olmaliydi sonuna kadar
her mevsim
toprakta son bulmaliydi
dalindan topraga

...
bir yasanmisligin ardindan,
ilkyaz

10 Haziran 2010 Perşembe

SEN GİDİNCE...


Sevdan bir yangındı
Geceler alırdı yangını
Ödünç benden
Yangınlar bırakmazdı beni
Sen geceden bana gelmeden

Gizlice buluşurduk seninle
Kimseler görmeden
Gece, sessizce
Kuytu köşelerde
Gizlice

Yüreğin çarpardı
Geceden ürkünce
Saçlarında saklıydı gece
Ay, teninde
Yüreğim haykırırdı geceye
Sessizce

Seher vakti geldiğinde,
Geceyle birlikte,
Sen de gidince,
Sarsıntılar ve yangınlar,
Artık benimle………

9 Haziran 2010 Çarşamba

İNSAN KALDIRIMLARI SOKAĞI

Yine bir akşamüstü başlamıştı
hayat bahçesinin güzellikleri
kaldırımlar insan taşıyordu
cansız bakışlarıyla
her basılan ayağında duygusunu taşıyordu
yüreğinde,
allah rızası diyen dilenci,
gitar çalan gençler ve
mendil satan masum yüzlü çocuklar.
hepsini gözlerinde de
umutsuz bir ışık parltıları vardı.
belki de hayatın umutsuzluğunu taşımışlardı gözlerine.
insan kaldırımları sokağında
hayatın gerçekleri yaşanırken,
sahte yüzlü insanların da fotoğrafını çekiyordu,
ispatlarıcasına .
2009/ONURCAN AYDOĞMUŞ

8 Haziran 2010 Salı

ÜLKÜCÜ KASAPLAR PARİS'TE

Adanalı Mustafa ile Hataylı Hayrettin...

198 Allée Montfermeil 93220 GAGNY adresinde
Clichy Sous Bois Ülkü Ocağı'nın marketini işletiyorlar...

Hem bakkallık, hem kasaplık yapıyorlar...

Etin helainden yemek isteyenler buraya gelsin...

Ayrıca Türk malı ve Türk markası her türlü gıda...
Salçasından keçiboynuzu pekmezine kadar...

Fasulye, nohut, mercimek, bulgur, ayran, köfte, sucuk...
Sabahları sıcak taze gevrek simit...

Simitin fiyatı 70 centimes (0.70 Euro)
Türkiye'den üç kat pahalı...

Fakat öyle de olsa
Sabahları çay, simit, peynir iyi gidiyor...
Ne de olsa memleket tadı, memleket kokusu...

HELAL bakkalımızda Türk Mutfağına uygun her şey var
Güllü lokum, çamfıstıklı helvaya kadar
Bir tek tarhana yok...

Onu da Türkiye'den ben getirmiştim.
Hem de Bucak tarhanası...

Ahmet hocaya sözüm var:
Akşama acılı tarhana çorbası kaynatacağım...
Yani darhane çorbası...

Paristeki Türk Bakkalı anlatacaktım..
Laf döndü dolaştı, tarhanaya takıldık...

Sevgili Gençler;
ALLAH rızık kapınızı kapatmasın...
Rabbim gönlünüze göre versin...
Rabbim kazancınızın bereketini arttırsın...
Helal kazanç, bereket; hanenize saadet dileğiyle...

Hasan TÜLKAY 3 Mayıs 2010 93220 GAGNY (PARİS)
babaturk@mynet.com hasantulkay@hotmail.com http://hasanhoca.azbuz.com http://hasanhocam.skyrock.com

PARİS'TE AB KRİTERLERİNİ ÇİĞNİYORUZ

"Medeniyetin merkezi" Paris'te resmen AB kriterleri çiğneniyor. Bu çiğneme işlemine biz de Türk lokantalarında katkıda bulunuyoruz. Malûm, bizde bir Avrupa kompleksi vardır. Türkiye AB'ye girerse kokoreççiler, sakatatçılar ne olacak diye kaygılanırız. İşkembe, kelle paça, şırdan, damar, tuzlama çorbaları içemeyecek miyiz diye korkar dururuz.
Türkiye'de halimiz nice olur, bilemem amma; Avrupa'daki vatandaşlarımız bu meseleyi kısmen çözmüşler. Beslenme kültürümüzü, Türk mutfağını Avrupa'ya da taşımışlar. Döner ve kebabımız marka olmuş. Birçok Türk lokantasında işkembe çorbasını bulabiliyorsunuz. Sadece Paris bölgesindeki Türk lokanta sayısı 1500 civarındaymış. Bunların çoğu da dönerci... Döner; Mc Donalds fastfood hamburger gibi, Türk markası olmuş adeta...

Türk usulü fast food dükkanlar zinciri Ekmekiçi’nin patronu Veysi Öncel, Norveç, İsveç ve Finlandiya’da iş yeri açmak üzere isim tescili yaptırdığını iki yıl önce duyurmuştu. Küresel kriz ortamında gümlemediyse, kokoreç satmaya belki kuzey Avrupa'dan başlamışlardır.
Büyük patron Veysi Bey başaramadıysa eğer, Gaziantepli gurbetçi Ali Kaplan sayesinde Kokoreç AB üyesi oldu! Türkiye AB'ye giremediyse de, Türk "şıtandart"larına uygun kokoreçimiz, işkembemiz, kelle paçamız Avrupa'ya girdi. Kokoreççi gurbetçi vatandaşımız Kaplan'ın söylediğine göre; kokoreçle ilgili izin ruhsatını Mannheim Belediyesi Gıda Kontrol Dairesi çalışanlarından Stefan Weber vermiş. Bay Weber kelle-paça tiryakisi bir Alman...

Bizim Paristeki restaurant işletmecileri de hükümetten bir adım bekliyorlar. Başkan Sarkozy'nin Başbakan Erdoğan'la Gazi Mahallesinde, Atatürk Orman çiftliği yakınında bir gece saat 02.00'de ayaküstü, ya da makam arabalarının içinde sadece yarım saat kokoreç sohbeti yapmaları sağlanırsa, meselenin çözüleceğine inanıyorlar. Sarkozy, işkembemizin, kokoreçimizin tadına baksın yeter. Sadece Fransa ile değil, bütün AB ülkeleri ile siyasî, iktisadî, kültürel problemlerin çözülmesi, AB üyeliğimizin önündeki engellerin kaldırılması buna bağlı... Ben dış politika uzmanı filan değilim amma, Avrupa'daki Türk vatandaşlarımızın bu fevkalâde mühim ve makûl önerisini de devlet ve hükümet yetkililerimize ulaştırmak konusunda kendimi mükellef hissediyorum.

Kapısının önünden geçerken bile adamı öğürten, uzak doğu lokantalarının müdavimi Fransızlar, kokoreçimizin tadına bakarlarsa hijyenik gerekçelerle konulan saçma yasaklar da ortadan kalkacaktır. Tıpkı işkembe çorbasında olduğu gibi...

Paris'te, 55, Ave.Jean Jaures 93300 AUBERVİLLİERS adresinde bulunan, Soleil de BODRUM lokantasında Erzurumlu Şaban ustanın hazırladığı sirkeli sarımsaklı nefis işkembe çorbasını içerken, az da olsa hem Türkiye hasretimi giderdim, hem de bunları düşündüm.

Velhasıl, Paris'te restaurant işletmeciliğinde bizimkiler bir numara...

Hasan TÜLKAY 18 Mayıs 2010 Salı - PARİS hasantulkay@hotmail.com babaturk@mynet.com http://hasanhoca.azbuz.com http://hasanhocam.skyrock.com

FRANSIZ CENNETTE, TÜRK CEHENNEMDE...

Bizim ülküdaşlardan Yusuf Kurudere'nin PANTİN'deki konfeksiyon atölyesinde çalışan iki hemşehrim... Gülay ve Mustafa Azsızan... Antalya Bademağacı'ndan, 1982 yılında kopup gelmişler Paris'e... Karı-koca, yıllardır konfeksiyon işinde çalışıyorlar... Hikayelerini sadece birkaç dakika dinleyebildim. Birkaçsaat dinlesem, kimbilir, belki de ağlayacaktım...

Daha çok Gülay hanım konuşuyor... Mustafa bey de arasıra söze karışıyor. Tanıdık mekanlar, tanıdık insanlar, tanıdık hayatlar, insanları birbirine daha çok yaklaştırıyor. Aynı atölyede çalışan Çinli, Pakistanlı, Araplar pek ilgimi çekmezken, Türklerin hepsiyle ayrı ayrı konuşmak, hikayelerini dinlemek istiyorum. Fakat öncelikle de Antalyalıları dinlemek istiyorum. En çok onların resimlerini çekiyorum, en çok onlarla ilgileniyorum. Demek ki milliyetçilik psikolojik bir vakıa... Vatanımızı seviyoruz, Türkiyemizi özlüyoruz. Ama doğduğumuz, kucağında pek çok hatıramızı yaşadığımız köyümüzü, bucağımızı, mahallemizi daha çok seviyor, daha çok özlüyoruz.

Fransızlarda Fransız olmak mı daha mühim, yoksa Parisienne (Parisli) Lyonnaise (Lyonlu) olmak mı?.. Yani hemşehrilik mi, yurttaşlık mı baskındır?.. Doğrusu bilemeyeceğim. Fakat biz, aynı ülkenin vatandaşları arasında, şehirlimizi, köylümüzü daha çok severiz. Yeni tanıştığımız bir kimseye ilk sorumuz: "Nerelisin Hemşerim, memleket nire?.." Doğrusu Fransızların belki soracakları son tanışma sorusudur "nerelisin?" Demek ki , daha gerçek mânada millî toplum olamamışız... Yani Batılı sosyolojik ölçülere göre tam bir millet değiliz. Müteveffa lider, iktidar ortağımız Ecevit'in tabiriyle "Yöresel bağnazlıklarımız ulusal bilincin önünde..."

Kafamızı millet ve milliyetçilik meselesine takdığımız için, hemşerilerimi anlatmayı unuttum. Yenge Gülay hanım vaktiyle bizim oralarda çok çalışmış. Daha çocukken Kızılkaya'ya, Uğurlu'ya, Karapınar'a pancar, tütün, afyon çapasına gidermiş. Gençliğin baharı sayılabilecek çağlarında yolları gurbete düşmüş... Çocuklarının üçü Türkiye'ye dönmüş, onlar iki çocuklarıyla Paris'te hayat kavgasına devam ediyorlar. Bana imreniyorlar yakında Türkiye'ye döneceğim için... Keşke biz de bağlanıp kalmasaydık, diyorlar...

Bizimkiler Avrupa'ya çalışmaya gelmişler, çok zor şartlar altında olsa da çalışıyorlar, çalışmak zorundalar... Antalya'ya da her yıl onlarca, yüzlerce Avrupalı yerleşiyor. Tatile gelip kalanlar var... Çoğunluğu da emekli... Antalya'nın denizinden, kumundan, havasından, suyundan ve harika tabiat güzelliklerinden istifade etmek için Türkiye'ye kapağı atıyorlar. Hiç değilse ahir ömürlerini stresten, gürültüden uzak, asude bir ortamda yaşamak istiyorlar...

Antalya'da hayat, onlar için dünyadaki cennet...

Paris'te hayat, bizimkilere cehennem...

Fransız cennette, Türk de cehennemde...

Batsın mı bu dünya?..

Batmasın amma, bütün insanların karnı tok, sırtı pek, huzur ve güven içinde yaşayacakları adil bir dünya kurulsun...

Vatan yolu gözleyen Antalyalı Mustafa ve Gülay Azsızan çiftine selam olsun...

Hasan TÜLKAY - Mayıs 2010 PARİS

BAŞBUĞ DA ÖLMÜŞ

Ölüm hak; biliriz, iman ederiz de, kabullenmek zor gelir. Hiç hasta yattığını bile duymadığın, sevdiğin bir güzel insanı kaybettiysen, ölüm haberinin acısı daha çok koyar insana.. Hele bir de gurbetteysen... Başbuğ'un ölümünü tambir hafta sonra öğrendim. Nanecinin rehber Bucak sitesine bir göz atayım da, memleketten bir haber havadis alayım demiştim. Baktım vefat edenler listesinde "Mehmet Eroğlu - Komando 6 Mayıs 2010" yazılı. Kısa açıklama: "BUCAK SANAYİ MAHALLESİNDEN ZÜHTÜ OĞLU MEHMET EROĞLU KOMANDO 6 MAYIS 2010 PERŞEMBE" Dünyalık mekan ve sıfatı bu kadar kısa bir güzel insandı Mehmet Abi... 1970'lerde, asaletli ülkücü heyecanımızın zirvede olduğu, Bucak'ın adını özüne (Oğuzhan'a) döndürmeye çalıştığımız yıllarda, Mehmet Eroğlu'nu haşlanmış mısır satarken tanıdım ben... Kalpağından, sert bakışından, bir de Ülkü Ocaklarında daha doğrusu Genç Ülkücüler Teşkilatı'nda söylediğimiz Başbuğ Marşı sebebiyle tanıyordum:

Sende bütün umutlar
Göğe yükselsin tuğum
Haykırıyor Bozkurtlar
Selâm sana başbuğum

Türklük bir yiğit arar
Tanrı dağları kadar
Canlansın hatıralar
Selâm sana başbuğum

Semerkandlar Kerkükler
Yaslı yaralı Türkler
Bir gün Alparslan kükrer
Selâm sana başbuğum

Altaylar'dan Tuna'ya
Yeniden bütün dünya
Görsün korkulu rûya
Selâm sana başbuğum

Tanrım güç versin sana
Acısın Türkistan'a
Selâm selâm Turan'a
Selâm sana başbuğum

Ortaokul, lise talebeleriyle, sanayi çıraklarıyla Türkçü türküler, marşlar söyleyen, zayıf, çelimsiz, kısa boylu, bakışlarındaki sahte sertliğe rağmen karıncayı incitmeyecek kadar naif, latif bir adam... Kalpağı da istediği kadar heybetli görünmesine yetmezdi. Ocak'ta, benim okuyuşumdan Serdengeçti'nin şiirlerini, "Bir Nesli Nasıl Mahvettiler"ini çok dinlediğini biliyorum. Devlet gazetesini ve Bozkurt dergisini kaynamış mısır tezgahının yanında taşıdığını, boşluk bulunca da okuduğunu hatırlıyorum. Kalpağına rağmen, hiç bir kavga döğüş sahnesinde görmedim amma; herhalde icap etseydi, kavgadan da kaçmazdı. Cesaretine, samimiyetine, sadakatına şüphe yoktu. Nihayet, karabudundan bir çeri misali. kendi çapında bizlere abilik yapmaya çalışırdı.

1970'li yıllarda, ülkücülere komando da derlerdi. Bazı yerlerde açılan yaz kamplarında ağır askerî eğitim verildiği, Türkeşçilerin komando gibi yetiştirildiği iddia edilir, bilhassa sol basında, Cumhuriyet gazetesinde yıpratıcı bir kampanya yürütülürdü ülkücüler hakkında... Bizim nazarımızda o zaman sistemin her türlü pisliği, Batıdan gelen moda rüzgarları, kot pantolon, ispanyol paça, ağıza girecekmiş gibi dudakları örten bıyıklar, uzun favoriler bile "komünistlik" gibi algılanırdı. Ol sebepten Marks, Lenin, Mao okuyanlar kadar; mini etekliler, başı açıklar, diskotek çocukları, hatta Samanyolu şarkısı eşliğinde dans edenler, salon düğünü yapanlar bile düşmanımızdı. Onlar da komünistti. Muhafazakâr kasaba kültürünün bize verdiği algı böyleydi... Neyse, sözü dağıtmadan söylersek, kasaba kültürünün muhafazası gibiydi ülkücülük bizim nazarımızda.. Kalpak, bozkurt, üç hilal gibi semboller, maşlar, türküler de heyecanımızı kamçılıyordu. Ben O'na BAŞBUĞ derdim. Galiba onun da hoşuna gider, tane tane konuşur, Dündar Taşer'den, Türkeş'ten birşeyler anlatır veya sorardı.

"Başbuğ"lar bizim için önemlidir. Onlar kanaatin, sabırın, tevekkülün, bereketin hakim olduğu bir hayat yaşadılar. Gözünü hırs bürümedi. Mısır satarken de, kestane kebap yaparken de, sanayiye dükkan açarken de gözünü hırs bürümedi. Köşe dönücü olmadı. Ama beceremediği için, ama haramı helali kanaati bildiği için "az olsun, helalinden temiz olsun" yolundan sapmadı. En son, nerede,ne zaman görüştük, tam hatırlamıyorum. Yaşlandıkça yüzünden kalbindeki iman olgunluğu daha güzel okunuyordu.


Onun en kıymetli eseri çocukları... Kızını bilmiyorum amma, üç oğlunu da okuttu. Oğullarından Prof.Dr.Ömer Eroğlu bugünlerde Arnavutlukta imiş. Kadrosu Isparta SDÜ'de... Yrd.Doç.Dr. Hüsrev Eroğlu da SDÜ hocalarından.. En küçük oğul İsmail de Erciyes Üniversitesi İ.İ.B.F. İşletme bölümünü bitirmiş; hem babasından kalan KOMANDO tekkesini bekliyor,hem de akademik hayata katılmak için sabırla, gayretle hazırlanıyor.

Komando Başbuğ, olgun çağında, fakat ihtiyarlamadan hacca da gitti. Hacdan iki yıl sonra by pas geçirmiş. Yine de sıhhatli görünüyordu. Şimdi hatırladım; en son üç yıl oldu mu bilmem; hükümetin bahçesinde bir çay içimi sohbet etmiştik.. Başbuğ, eski Başbuğ değildi... "Neydi Hasan be o günler?.." derken, sanki hem o günleri özlüyor, hem de nedamet getiriyor gibiydi...

Elbette hepimiz değiştik.. Yaralandık.. Bir yerlerimizi düzetmeye çelışırken, başka açıklarımız çıktı... Mühim olan kulluk şuurunu kaybetmemekti.. Mühim olan helalinden kazanabilmek, helalinden yiyebilmekti.. Mühim olan yine "Alllah'ım... Bayrağım... Vatanım.." diyebilmekti. Mühim olan arkandan hayır duası okuyacak, hayırlı evlatlar bırakabilmekti. Mühim olan amel defterini hayırlar yazacak şekilde açık bırakıp gidebilmekti..

Bir kalp kriziyle, uykuya varır gibi sonsuzluk uykusuna uyanan BAŞBUĞ KOMANDO Mehmet Eroğlu'na Allah'tan rahmet dilerim.

Mekanı Cennet olsun inşaallah!..

Hasan TÜLKAY 13 Mayıs 2010 PARİS hasantulkay@hotmail.com babaturk@mynet.com http://hasanhoca.azbuz.com http://hasanhocam.skyrock.com

BİZİM OĞLAN PARİS'TE!..

Ne yer, ne içer;
Nerde yatar, nasıl yaşar?
Ailesi bilmez…

Babası köy kahvesinde övünür:
“Bizim oğlan Paris’te…”

Çocuklar üç yıldır yüzünü görmedikleri
Babalarını umutla bekler:
“Benim babam Paris’te…
Gelirken bana bilgisayar da getirecek…
Çok paramız olacak…”

Durumu en doğru tahmin eden
Evin gelini, çocukların anasıdır:
Genç yaşta evli-dul kaldığına yansa da
“Çocuklarımın babasıdır
Zaar biraz para yapar döner” der, bekler..
“Ebedî gurbette kalıcı değil ya”

Halbuki “Bizim oğlan” işsizdir…
“Bizim oğlan” bir dilim ekmek parasına muhtaçtır..
“Bizim oğlan” açtır…
“Bizim oğlan” evsiz barksızdır…
“Bizim oğlan” önüne gelenden “5 Lira” borç ister…
“Bizim oğlan” mevsimine göre parklarda,
Ya da cami köşelerinde kaçak yaşar…

“Bizim oğlan” yolunu şaşırmıştır…
“Bizim oğlan” eline üç-beş Euro geçerse
Şarap içer, bira içer, kafayı çeker…
Ne hikmetse cebinde Marlboro paketi eksik olmaz…
Birisi mevlid okutsa da yemek verse diye
Cami önlerinde bekler durur…
Haysiyeti kırılmıştır…
Aşsız, işsiz, eşsiz gurbette sürünmekten
“Dengesi de bozulmuş”tur…

Halbuki işi olduğu günlerde de
Günlük kazandığını gecelik yemiştir
“Discoda barda gönlüm hovarda” zihniyetiyle…

Şimdi kriz vardır:
Bütün patronlar gözetim denetim altındadır…
En başta da Türkler…
İnşaat sektöründe Türkler epey ilerdeler…
Kaçak işçiler inşaatçıların ekmek teknesi sayılır…
Sigorta yok, günde on-oniki saat mesai…
Saat ücreti ucuz…
Fakat bu aralar bedava bile çalışsalar
Kimse “kaçak” çalıştırmıyor…
Sıkı yönetim, denetim, gözetim yüzünden..
Ağır cezalara çarptırılmak korkusundan…

Hal böyle olunca da
“Bizim oğlan” lar sokakta kaldı
Hayallerin, düşlerin, umutların şehri Paris’te
Umudunu, aklını, gururunu, izzeti nefsini de kaybetmiş olarak…

İsimleri Hasan’dır, Hüseyin’dir, Ali’dir,
İsmail’dir, Halil’dir.. Hiç fark etmez…
Neticede Anadolu çocukları, bizim evlatlarımız…
Madden ve manen tükenen, ahlâken biten gençlerimiz…

Çokça Orta Anadolu’dan ya da Doğu’dan gelmişlerdir…
Kars, Erzurum, Konya, Yozgat, Nevşehir, Kırşehir…

Kendi çektikleri yetmezmiş gibi
Devletin milletin haysiyeti de iki paralık olmaktadır
Kaçak turist (!)lerin yüzünden… ki
Ayrı, apayrı bir mevzudur ağlanması, düşünülmesi gereken…

“Bizim oğlan” a soruyorum:
“Bu perişanlık daha ne kadar sürecek
Dönmeyecek misin memlekete?..”
“Hocam, Pantin’de bir yer var, kaçaklara yardım eden…
Oraya müracaat ettim,
Hem uçak biletimi alacaklar
Hem de 2.000 Lira (Euro) vereceklermiş…
Hiç olmazsa eli boş dönmeyeyim
El aleme karşı…”

Avrupa’da bizi de doğrudan ilgilendiren
Böyle onlarca, yüzlerce, belki de binlerce
Haysiyet kırıcı umutsuz vak’a yaşanıyor…

“Bizim oğlan”ın yakınlarına sorarsanız:
“Bizim oğlan Paris’te çalışıyor!..”
“Bizim oğlan Paris’te yaşıyor!..”

Hasan TÜLKAY 20 Mayıs 2010 Perşembe – PARİS (93220 GAGNY)
babaturk@mynet.com hasantulkay@hotmail.com http://hasanhoca.azbuz.com http://hasanhocam.skyrock.com

DOĞRU MU, YANLIŞ MI?.. SİZ KARAR VERİN..

İSRAİL REKLAMI YAPIYORUZ!..

Sevdiğimiz bir kardeşimiz,Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi Öğretmeni İlyas Kaplan’dan bir davet aldım: “İSRAİL MALLARINI BOYKOT EDELİM!..”
SATIN ALINAN VE ELİNİZDE BULUNAN HER İSRAİL MALI İNSANLIĞA SIKILMIŞ BİR KURŞUN GİBİDİR.

Biz, çocukların acımasızca öldürülmesine, sıcak yuvaların yıkılmasına, annelerin gökleri parçalayan feryatlarına seyirci kalmadık.
Aksine zalimlere bunları yapması için her gün destek olduk.
Dünya artık yangın yeri…

Koltuklarımıza kurulup, televizyonlarımızdan her gün insanların katledilmesini izlemek ve garip bir hüzne kapılarak “elimizden bir şey gelmiyor” yalanın arkasına sığınmak, bir sahtekarlık ve onursuzluktur!!!
Dik durmalı, İsrail, ABD, İngiltere ve işbirlikçilerini protesto etmeli, mali kaynaklarını desteklemekten vazgeçmeliyiz!

Boykota destek olmadığımız her gün dünyaya bir katilin gözleriyle baktığımızı düşünmeli; sevdiklerimize her dokunduğumuzda, ellerimizin mazlumların kanlarına bulaşmış olduğunu asla unutmamalıyız.

EY MÜSLÜMAN...! DEĞERİNİ BİL... KENDİNİ KÜÇÜLTME... BENİM BOYKOT ETMEMLE NE OLUR DEME SAKIN HA..! UNUTMAKİ, YERYÜZÜNDEKİ MÜSLÜMANA SIKILAN MERMİLER, AŞAĞIDAKİ ALDIĞIN ÜRÜNLERİN GELİRİ İLE YAPILMAKTADIR... Ve unutma ki; BUNUN HESABINI ÖBÜR ALEMDE VERECEKSİN. Ve unutma ki; SIRA SANA DA GELEBİLİR... Ve unutma ki; FARKLI MEKANDA YAŞADIĞIN İÇİN BU MERMİLER SANA SIKILMIYOR...!

Bu keskin Müslüman açıklamanın hemen altında, hayatımızın her alanına girmiş “Yahudi” markaların isimleri, resimleri… Dev reklam panoları gibi üç levha üzerine amblemleri ile yerleştirilmiş yerli yabancı markalar...

Carrefour, Auchan, Bioterm, Banana Republic, Clinique, Buitoni, J.Crew, Disney, Donnakaran, Gap, La Mer, Coca Cola, Garnier, Express, Carriere, Garnier, Perriere, HR, BOSS, Lancome, L’İndex, L’Oréal, Maggi, Nestlé, Vichy, Vittel, IBM, Star, CNN, Sky, KitKat, Sun, Pepsi, Fanta, Sprite, CNN, Time, Mc Donalds, National Geographic, Omo, Rinso, Ariel, İpana, Cif, Signal, Yumoş, Cappy, Schweppes, Sensun, Orkide, Alarko, Komili, Mis, Nescafe, Lipton, Algida, Alo, Sana, Profilo, Cornette, Alarko, Compaq, Motorola, Nokia, Nike, Ford, Marlboro, İntel, Dell, Caterpillar, Marlboro, Camel…….

Liste daha çok uzun… Hayatımızın her alanına girmiş markalar, uzadıkça uzayıp gidiyor…

Bu markaların hayatımızdaki yerini düşünebiliyor musunuz?..

Affedersiniz, donumuzun, kıçımızın, ağzımızın, dişimizin temizliğine kadar, medenî hayat imkânlarımızı Yahudilere borçluyuz demek ki…

Cebimizdeki telefon Yahudi…

Aşımızdaki lezzet Yahudi…

İlacımız Yahudi…

Yediğimiz, içtiğimiz Yahudi…

Bindiğimiz araba Yahudi…

Okuduğumuz dergi, seyrettiğimiz film Yahudi…

İş makinalarımız Yahudi…

Hatta bu yazıyı yazdığım bilgisayar da Yahudi imalâtı olabilir...

Demek ki Yahudiler olmasa insanlık mağara devrini yaşamaya devam edecek (!)

İsrail’in Gazze’ye insanî yardım taşıyan gemilere yaptığı kanlı baskın aklımızı başımızdan aldı, biliyorum.

“Yumurtasını pişirmek için dünyayı ateşe vermekten çekinmeyen Yahudi”nin lânetlenmiş bir kavim olduğunu, Ortadoğu’da çıban başı olarak bütün dünyayı rahatsız ettiğini de biliyorum…

Ancak, ne var ki; bu boykot çağrıları Hakk’a hizmet filan değildir…

Hatta Yahudi mallarına boykot edelim çağrısı altında, Yahudinin büyük ve yenilmez gücünü, insanlığın Yahudiye muhtaçlığını tescil ediyoruz.

Biz duygularıyla hareket eden bir milletiz. Yaptığımız işin önünü ve sonunu düşünmüyoruz. Bu hesapsızlığımızdan dolayı da, zaman zaman kendimize zarar veriyor, düşmanın tezgâhına geliyoruz.

Yahudi markalarına boykot çağrısı yapan İlyas Kaplan`a şu yorumu gönderdim:

EFENDİM, MUVAFFAK OLAMAZSINIZ...
ADAMLARIN BEDAVA REKLAMINI YAPIYORSUNUZ?..
BU KADAR MARKAYI BİR ARADA GÖREN ÇOCUKLARIMIZ SORMAZ MI:
"YİYECEĞİMİZİ, İÇECEĞİMİZİ, GİYECEĞİMİZİ, BİNİTİMİZİ, SÜSÜMÜZÜ, İLACIMIZI. VELHASIL A`DAN Z`YE HERŞEYİMİZİ YAHUDİLER YAPIYOR DEMEK Kİ... YAHUDİLER OLMASA BU MARKALAR OLMAZDI.. BU MARKALAR OLMASA İNSANLIK NASIL YAŞARDI?.."
YÜZLERCE MARKA SERGİLİYORSUNUZ.. ONLARIN NE KADAR GÜÇLÜ OLDUĞUNU ZIMNEN DE OLSA KABUL EDİYORSUNUZ.
BENCE YAHUDİ TUZAĞINA DÜŞÜYORSUNUZ...
REKLAMIN İYİSİ KÖTÜSÜ OLMAZ DERLER...
KENDİMİZ KENDİ MARKAMIZI ÜRETEMİYORSAK, ALTERNATİF SUNAMIYORSAK, HAMASLI GERİLLALAR AMERİKAN CİKLETİ ÇİĞNİYORSA, ARAP ŞEYHLERİ ÖZEL ARABA SİPARİŞLERİNİ YAHUDİ MARKALARDAN YAPTIRIYORSA, BURADA DURMAMIZ, DÜŞÜNMEMİZ GEREKİR...
İSRAİL`İN ALÇAKÇA VE İNSANLIK DIŞI SALDIRISINI LANETLİYORUZ..
FAKAT YAHUDİ REKLAMI MAHİYETİNDE GÖRDÜĞÜM MARKA SERGİLERİNE KATILMIYORUM.

Ne dersiniz; bu yazıyla ben de mi Yahudi reklamı yapıyorum yoksa?!..

Hasan TÜLKAY 1 Haziran 2010 Salı – ANTALYA
babaturk@mynet.com hasantulkay@hotmail.com http://hasanhoca.azbuz.com http://hasanhocam.skyrock.com

BİR DEMİRCİ RÜYASI

Yıl 1950, hattâ 60 da olabilir… Yani yarım asır evveli… Garip Anadolu’nun garip çocukları, seferberlik yıllarının acılarını yaralarına tuz basıp kavurarak soğutmuş… Dünyayı ateşe veren İkinci Cihan Harbi, “karartma yılları” da unutulmaya çalışılıyor. Garipliği ve mahzunluğu kadar güzel de olan Anadolu, mümin ve mütevekkil insanlarıyla yeniden doğruluyor… Kaderin hükmüne teslimiyette teselli bulan, gözyaşlarını çokça yüreğine akıtan insanlar; umutla ve sabırla hayâl ettikleri daha insanca bir hayatı inşa etmeye çalışıyorlar… Kendi yağıyla kavrulan, yüzlerce kasabadan bir kasabada, DEMİRCİ’de, Yörüklükten köylülüğe, köylülükten kasaba hayatına geçmiş, yetmiş yaşında bir dede torununa anlatıyor:
“Bakasın ve beni iyi dinleyesen güzel torunum… Ben çok gördüm, çok yaşadım… Sizi daha güzel bir dünya bekliyor. Yeter ki, umudunuzu kaybetmeden, kardeşliğinizi bozmadan çalışın… Çok çalışın… Çalışırsanız, devlet millet işbirliğiyle bakın neler neler olacak?..

Bir gün gelecek, tozlu toprak patika yollardan asfalta kavuşacaksınız. Öküzün yerini traktör, atın eşeğin yerini taksi, kamyon, otobüs alacak. Ahşap kerpiç baraka gibi evler kalmayacak. Belki afat göreceksiniz, sel alacak, deprem yıkacak, yangın yakacak. Fakat devlet yıkılanın yerine daha iyisini, daha güzelini yapacak, yaptıracak…

Dağlar başında unutulmuş bir beldeyiz sanmayın. Siz sizi unutmadıkça, sizi unutmayan evlatlarınız çıkacak. Onlar okuyacaklar, etkili yetkili makam sahipleri olacaklar… Halıcılık, kilimcilik yayılacak, sanayi tipi üretim el sanatlarının yerini alacak. Demircili toprağından kopmayacak…

Bir gün gelecek; medrese alimleri yetiştirmiş Demirci çocukları güzel okullarda okuyacaklar. Okullar çoğalacak. Liseler yayılacak. Bir Öğretmen Okulu açılacak. Bu okulda Türkiye’nin dörtbir yanından seçilmiş başarılı talebeler okuyacak, memleketin her yöresine öğretmen olarak dağılacaklar.
Sonra bu okul gelişecek, büyüyecek, Eğitim Fakültesi’ne dönüşecek. Sadece ilk-mekteplere değil, liselere de öğretmenler hazırlayacak. Yeni nesillerin talim ve terbiyesi için üstün vasıflara haiz eğitimciler yetişecek. Okullar açılırken Demirci’ye gelenleri “ANADOLU’NUN OXFORDUNA HOŞGELDİNİZ” levhası karşılayacak.”

Aynı yıllarda Demircili dedenin oğlu gibi bir oğul, parmakla gösterilecek kadar talihli bir evlat, Mehmet Kaplan öğretmenlik mesleğinin ehemmiyetine dikkat çekerek şöyle demektedir:

“Öğretmen; insan zekası ve karakteri ile uğraşan, karşısına gelen çocukların düşüncelerini ve ruhlarını uyandıran, onları yaratıcı hale getiren bir meslek adamıdır.

İnsanoğlunda en değerli varlık, düşünme gücüdür. Makineleri düşünen adam yaratır ve kullanır. Öğretmen işte muayyen usûller ve vasıtalarla dağları yerinden oynatan bu kudret kaynağını harekete geçiren, canlandıran ve geliştiren insandır.”
Kaplan hocaya göre; “Üç yeni ve yaratıcı kuvvet: DEMOKRASİ, OKUL, TEKNİK”tir… “Yarının “Büyük Türkiye”si, bunların geliştiği, en son haddine ulaştığı bir Türkiye olacaktır. Sağlam bir şekilde demokrasiyi benimsemiş, parlamentosu en olgun siyasî şahsiyetlerle dolu, köy çocuklarına varıncaya kadar bütün vatandaşları okumuş ve iyi okumuş, lise ve üniversite mezunu yirmi milyonu aşan, dağları ve taşları çağdaş ilmin mûcizeli tesiri ile yemyeşil, köyleri ve kasabaları temiz ve güzel binalarla yeniden inşa edilmiş, yer-altı ve yer-üstü servetleri altın nehirleri gibi akan, sıhhatli, aydın, müreffeh, yaratıcı bir Türkiye!.. İşte bugün bizim için görülebilecek en tatlı rüya!”

“Büyük Türkiye Rüyası”nı böyle hülâsa eden rahmetli hocamızın hayâli yüzde kaç nisbetinde gerçekleşti, ayrı bir değerlendirme… Ancak Demircili dedenin ütopyası Demirci için adım adım gerçekleştiğine göre, Türkiye iyi yolda demektir.
Manisa Celal Bayar Üniversitesi Demirci Eğitim Fakültesi ve Meslek Yüksek Okulu Mezuniyet şenlikleri vesilesiyle gördüğümüz tablo Demircililer adına gurur vericidir:
Demircili üniversitesine, üniversite de Demirci’ye sahip çıkmıştır.
Demirci’de halk-aydın ikiliği aşılmıştır.

Demircili üniversitelilerin “veli nimet ekmek kapısı” değerinin de farkında, öğrencilere de, öğrenci yakınlarına da geleneksel Anadolu misafirperverliğini esirgemiyor.

Üniversite ve Millî Eğitim’e bağlı okullar tarafından düzenlenen tiyatro, sergi, konferans, panel, şiir günleri, konser gibi faaliyetler Demirci’nin sosyal kültürel iklimini de zenginleştirmektedir.

Üniversite-belediye-esnaf oda ve derneklerinin Demirci’de sergilediği işbirliği ve dayanışma anlayışı, özlediğimiz “devlet-millet kucaklaşması”na örnek gösterilecek bir tablo arz ediyor.
****
“Gözyaşı medeniyeti”nin çağdaş, şen-şakrak “Çılgın Türk” çocukları, genç öğretmen adaylarını mezuniyet töreninden sonra sarılıp ağlaşırken gördüm. Fransız şair Valery; “Gitmek, biraz ölmektir” der bir mısraında… Bu gençler yeni hayat yolunda ilerlerken elbette birçok hurda teferruatı unutacaklar; fakat yüreklerinin bir köşesinde Demirci sıcaklığını ömür boyu saklayacaklar.

Bu güzel tabloyu hazırlayan başta sayın Demirci kaymakamı Yalçın Sezgin, CBÜ Eğitim Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Yüksel Abalı, MYO Müdürü Yrd.Doç.Dr. Celal Metin, Belediye Başkanı İhsan Temel ve Demirci’nin sesi Halıkent Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Cengizhan Erdem ve tüm gazete çalışanları, Demirci’deki sivil toplum kuruluşları olmak üzere; kamunun eski yeni bütün yöneticilerini tebrik etmek gerekir.
Bir haftalık coşkulu festival havasında geçen mezuniyet şenlikleri de, ev sahipleri ve alışveriş ettiği esnafla “Aileden biri gibi olmuştuk” diyerek gözleri dolu dolu vedalaşan genç mezunlar da gösterdi ki; Demirci rüyası hakikat olma yolunda…

Hasan TÜLKAY (4-5) Haziran 2010 Demirci-Manisa
babaturk@mynet.com hasantulkay@hotmail.com
http://hasanhoca.azbuz.com http://hasanhocam.skyrock.com

7 Haziran 2010 Pazartesi

CİNSELLİK VE SALDIRGANLIK

Yıllar önce okuduğum bir kitapta diyordu ki;

İnsanlar cinsellik ve saldırganlık dürtüleriyle doğar, ancak zamanla bu dürtüleri yok ederler.


Eh bizde demek ki zamanla bu dürtüler yok olup gidiyormuş diye hafızamıza kazımıştık. Ama yaşadıkça görüyoruz ki ne yazık ki öyle değilmiş. Gün geçtikçe insanların cinsellik ve saldırganlık dürtüleri daha çok baş göstermeye başlıyormuş. Eskiden amazonlar ve gladyatörler meydanda güreşirken teknolojinin gelişmesiyle savaş alanları da daha modern bir hal almaya başlamış olacak ki şimdilerde ise stadlarda dövüşler başlamış. Bir Amerikan güreşi yapıldığında bakıyoruz ki yüzbinlerce insan büyük bir heyecanla izlemeye çalışıyor. Eğer ki saldırganlık dürtüleri bastırılmış ise bu maçları izleme gereği nereden geliyor?

                                         *                  *                     *

Ya bir zamanlar dostluğun simgesi olan futbol???
Ne yazık ki onu da alet etmişler kötü emellerine…
Artık kimse gidip te ağız tadıyla bir maç izleyeyim diyemiyor.
Yüzlerce kişinin bağrışması arasında maç izlemeyi göze alırsın ama bir bakarsın bir beyinsel özürlü gelmiş kulağının dibinde ikide bir hakeme küfretmenin yanında topa her bir şot vuruluşunda da futbolculara hakaret etmeden edemiyor.

                                                *              *                 *

Yaşlıca bir amca geçenlerde anlatıyordu,
Eskiden tv de bir öpüşme sahnesi çıktığında ya hemen kanal değiştirirdik ya da komandanı bulamasaydık tv yi kapatırdık. Şimdi ise bir öpüşmeden de ileri gidilip derin derin sevişiliyor bir ise kahvemiz elimizde büyük bir keyifle izliyoruz. Hemde hanım, çocuklar, misafirler… hep beraber izliyoruz. Artık doğal bir olay gibi görmeye başladık. İnan nedenini bende bilmiyorum diye de eklemeyi de ihmal etmiyordu.


                                              *         *          *

Bir zamanlar efsane leylekler vardı. Çocukları getirip kapıya bırakan. Ama artık bu efsanenin de sonu gelmiş galiba, bir çocuğa kalkıp ta yavrum biliyor musun seni leylekler getirip bıraktı dediğinde sana bişey diyemese de içinden ne kadar da salak bu yaşa gelmiş halen leylek olayına inanıyor demekten kendini alamayacağına inanıyorum.

6 Haziran 2010 Pazar

Logo

Sevgili Keskin Kalemler ailesi;

Sitemizi geliştirmek ve yeni bir heyecan yaşamak için bazı oluşumlar içerisindeyiz.
Aşağıdaki logolardan beğendiğiniz bir tanesini blogunuza ekler ve link olarak Keskin Kalemleri verirseniz,Keskin Kalemler ailesi için daha iyi olacağı kanaatindeyiz...
Saygılar...

Keskin Kalemler



4 Haziran 2010 Cuma

ŞEY


İçimde bir yerlerde bir şey var...

Uğraştım uğraştım

tanımlayamadım...

Bu şey... ne kadar da şey...

öyle ki yine en güzel yine şeyle tarif ediliyor...

1 Haziran 2010 Salı

BIR YUSUF MASALI,ilkyaz



...Sen ki cennet kususun yusufum...


Aylardan bahar ..Haziraninbiri, günlerden pazardi ...
sancilar gebe bir cigliga... kalk hazirlan gidelim.. umudumuza,sevicimize...
...sen ki sirtina yüklemissin onca yükü, tatli sevinci duyuyor musun...
hissediyormusun gocabeyim...
bak bebegimiz geliyor, bize sürpriz yapmisti, varligiyla...korkmustuk önce ne yapariz, nasil olur diye...Bak geliyor tatli sevincimiz yarinimizin hüznü...sonsuzlugumuzun bekcisi...
...annebaba hissediyorsunuz sizde o tatli heyecanla korkunuz bi yana...
Bir bebek ki, acti gözlerini dünyaya...Sessizdi.. umarsizdi dünyanin varligina..
o ki hala cennet ötesindeydi...
Oysa aglamaz miydi, dünyaya gözlerini acanlar..
Niye aglarlardi ki, sevinmezler miydi... dünyaya gelmekten...
Aglamadi iste, aglamadi...gülmedide..
hep orada kalmak istiyorlardi belkide:Tipki benim bebegim gibi...
Bak bakin, kücücük parmak kadar ne hos ne sicak ne tatli misler gibi...
görüyor musun,hissediyor musun gocabeyim o tatli heyacani güzel hissi..
Anne bak,kuzunun kuzusu oldu...Al kokla onu.Tipki beni sarip sarmaladigin gibi..
..
Aglamadi, annesinin kokusunu duyamadi..
Kücücük cam kavanozda uyudu uyudu..
Cennet uyukularindaydi..
bebegim...
.

...12 yil önce bugün bebegimi kaybetmistim..Yine ayni zamanda bebegim geldi..
Allah bir kapiyi kapatirken baska bir kapi aciyor

cennet kusum bana döndü........iste cennet kusunun masali böyle basladi......

KAHRINDA HOS LÜTFUNDA HOS
SENDEN GELEN HER NE ISE BASIM GÖZÜM ÜSTÜNE