Biliyor musun Fatih; Fatih fetheden demektir. Bu fetih, sadece cephede savaşı kazanmak, bir ülkeyi, bir beldeyi küffârın işgalinden kurtarmaktan ibaret değil…
Gerçek Fatihler, gönülleri fethedenler…
Gerçek Fatihler; nefsine galip gelenler, “Büyük Cihad”ı kazananlar…
Gerçek Fatihler, hayatın en zor ve sıkıntılı sahnelerinde oynamaya mahkumken bile kaderine küsmeyen, pes etmeyen, umudunu, direncini yitirmeyenler…
Allah’ın kitabı Kur’andaki en muhteşem surelerden birinin de FETİH suresi olması elbette tesadüf değil… Darda, zorda kalınca, dilek kapılarımızın açılması için müracaat ettiğimiz muhteşem Allah kelâmı FETİH suresi…
Milenyum çağına göre de düşünürsek; Gerçek Fatihler, bilimin gücüyle donanmış, teknoloji kullanımında zirvede, yeni icatlar peşinde koşan insanlar…
O güzel isminin kuşattığı anlam dairesinde düşünmeye çalışır, “Ben ne kadar Fatih olabildim?..” diye sorarak, hayata yeni bir başlangıç yapabilirsen; önünde yepyeni, güzel ufuklar açıldığını göreceksin…
Seni sevenlerin, seni gerçekten çok sevenlerin güvenlerine lâyık olmaya çalışırsan…
Başarının temel şartının disiplinli, düzenli çalışmak olduğunu unutmazsan….
Kaybedilen fırsatların ve zamanın geri gelmeyeceğini, fakat zararın neresinden dönersen o kadar kâr edeceğini fark edersen…
Arkadaşın insanı vezir de edeceğinin, rezil de edeceğinin bilincinde olarak, arkadaş seçiminde çok hassas ve dikkatli davranırsan…
Hata yapmanın da biz insanlara mahsus olduğunu, fakat hatalarımızı fark edip yanlıştan dönmenin de en büyük erdemlerden sayıldığını bilirsen…
İnsanların kurallar için değil amma; kuralların insanlar için, düzen ve başarı için gerekliliğini kabullenerek yaşarsan…
İşte o zaman gerçek bir FATİH olacaksın…
Fatih olmak; düştüğün yerden kalkmak, yiğitçe doğrulmak aynı zamanda…
“Söylemesi kolay, yapması zor” diye itiraz etme sakın… Gerçek Fatih; zoru başaran, engelleri aşan demek…
Sana gerçek Fatih olabilmek için nefsani açıdan en zor bir noktadan başlamanı tavsiye ederim: Sigarayı bırakarak işe başla… Göreceksin ki, kendine güvenin yüzde binlerce artacak, sabır ve irade ne muazzam bir kuvvetmiş diyeceksin… Burada kendi şahsî tecrübeme dayanarak, bu ağır tavsiyeyi hatırlatmaya hakkım olduğunu düşünüyorum: Senin yaşından daha uzun yıllar, hem de günde üç-dört paket sigara içen, iflâh olmaz zannedilen bir ağır tiryakiydim… “Attım” dedim ve attım, bir anda bıraktım… Gel, sadece bu noktada “Hasan hoca emmi”ni örnek al; yeniden doğmuş gibi yepyeni bir hayata başla, Fatih ol!..
Gençlerin öğüt almaktan, tavsiye dinlemekten hiç hoşlanmadıklarını bildiğimden sözü kısa kestim. Maksadım da ders vermekten ziyade, konuşan bir tecrübeden, hem de kendinden ders almandır…
Bütün Fatihlerimizin gözlerinden öper, hayat yolunda başarılar dilerim…
Hasan TÜLKAY 20 Eylül 2010 Pazartesi, Bucak/Burdur
hasantulkay@hotmail.com babaturk@mynet.com
http://hasanhoca.azbuz.com http://hasanhocam.skyrock.com
Hasan Tülkay etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hasan Tülkay etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
15 Ekim 2010 Cuma
HABERLERE YORUMLAR
AMMA ŞUNU DA UNUTMAYIN:
12 EYLÜL'DE HERKESİN SUSTUĞU PUSTUĞU VE BİLHASSA ÜLKÜCÜLERİN, MHP'NİN İMA YOLUYLA BİLE SAVUNULAMADIĞI BİR DÖNEMDE KALEMİYLE ZULME MEYDAN OKUDU NAZLI ILICAK...
MHP İLE HİÇ BİR ALÂKASI OLMADIĞI HALDE "FAŞİZM YARGILANIYOR" BAŞLIKLI ÇOK CESUR BİR YAZI YAZDI, İÇERDEKİLERE SAHİP ÇIKTI...
TERCÜMAN ILICAK'IN YAZILARI YÜZÜNDEN ÜÇ DEFA KAPATILDI, AMBARGOYA ALINDI VE NETİCEDE GAZETE BATTI... TERCÜMAN'IN BATMASINA, KEMAL ILICAK'IN HAZİN ÖLÜMÜNE DE NAZLI HANIMININ BU "MACERACI" TUTUMUNUN SEBEP OLDUĞU SÖYLENİR...
MİLLETVEKİLLİĞİNDEN DÜŞÜRÜLMEYİ YA DA İSTFAYI GÖZE ALABİLECEK KAÇ ERKEK ÇIKTI ŞU "SAĞCI" DENEN TAİFEDEN?..
12 EYLÜL CUNTA GENERALLERİNE YAĞDANLIK OLMADI, POSTAL YALAYICILIĞI YAPMADI, GAZETESİ BATTI...
REFAH PARTİSİNDEKİ SİYASET TECRÜBESİNDEN İSE EN ZARARLI ÇIKAN İSİM OLDU...
GAZETECİLİK AÇISINDAN BAŞARISIZLIKSA BEN BU BAŞARISIZLIĞI ALKIŞLARIM...
HANİ DERLER YA:
"GALİP SAYILIR BU YOLDA MAĞLUP"
RUHAT MENGİ İSE BUGÜNE KADAR HANGİ MAYIN TARLASINA GİRMİŞ, HANGİ RİSKİ GÖZE ALMIŞTIR ACABA?..
YAZISINDAN GAZETESİ Mİ KAPATILMIŞTIR?..
HAPİS Mİ YATMIŞTIR?..
NAZLI ILICAK-RUHAT MENGİ KAVGASININ ARENASI ATAMTÜRK'ÜN KÖŞESİ Mİ OLMALI?..
YANLIŞSAM YANLIŞ DEYİN LÜTFEN...
*****
Sayın Subaşı'nı onurlu, samimi demokrat duruşundan dolayı kutluyorum. Gerçekten insanları takiyye yapmaya zorlamak kadar haysiyet kırıcı bir zulüm olamaz.Artık korkularımızı, vehimlerimizi yenmeliyiz.Büyük düşünmeliyiz.Kendimize güvenmeliyiz.Münih garında tanıştığımız cebinde dedesinin ay-yıldızlı pasaportunu kutsal bir emanet gibi taşıyan "Rum"u, Toulouse'da tanıdığım ve Fransa'da doğma büyüme oldukları halde telefonlarını Türkçeyle açan Kayseri kökenli "Ermeni"yi kutsal Anadolu toprağının çocukları olarak sevdim, duygulandım. Hem de kimilerinin "ırkçı-faşist" diye tanımladıkları ülkücü kimliğimle...Aynı bahçenin farklı çiçekleri olduğumuzu kabullenmek bu kadar zor mu?.. Önemli olan temel ölçüyü (insana saygı, farklılıklarımıza hoşgörü) kaybetmemek bence...
Demokrasinin ruhu da bu olsa gerek...
*****
MHP Antalya İl Başkanı Adnan Kaya bey Türkiye'nin kirlenmiş siyasetine yakışmayacak kadar temiz kalmış bir yerel politikacı...Kimseye tepeden bakmayan alçak-gönüllü mütevazı kişiliği, dürüstlüğü ve çalışkanlığı sayesinde Antalya MHP tabanını yeni bir heyecanla harekete geçireceği kanaatindeyim. Bir makam mevki kapma, devlet kapısından nemalanma mesleği haline gelen politikanın "temiz toplum-temiz siyaset" eksenine oturabilmesi için Adnan bey örneği siyasetçilerimizin çoğalması gerekir.
İnanarak çalışmaya başlamak hedefe en az yüzde elli peşin yaklaşmak demektir...
*****
Kusturica gürültülü bir şekilde, hem de TC'nin Kültür Bakanını DÜŞMAN ilân ederek çekip gitti; fakat yankısı halen bitmedi...
Kusturica tartışması Altın Portakal'ı gölgeledi..
*****
Sahte diploma...
Sahte doktor...
Sahte ilâç...
Sahte ehliyet...
Sahte rakı...
Sahtekâr hoca...
Sahte dişçi...
Şimdi de sahte MİT'çi..
Pes doğrusu...
Memleket çivisinden çıkmış...
******
İşe bak sen..
Savarona Atatürk'ün...
Kızlar Rus!..
İşletmeci Türk!..
Basılan Bakan Kazak!..(Dost ve kardeş bir Türkî Cumhuriyetten...)
12 Eylül 1980 öncesi tahayyül bile edemeyeceğimiz bir tablo...
Seks pazarı ve azgın nefs milliyet cibilliyet farkı tanımıyor vesselam...
*******
Bizim çocuklar askere, polise, okula taş atmıyor, sokakları ateşe vermiyor...
Taş atan çocuklar ayrıcalıklı pozitif ayrımcı muamele görüyor...
Bizim çocuklar da taş atan çocuklar mı olsun?..
Yazık geldiğimiz noktaya?..
Festival de (Nur Sürer) bu ayrımcılığa çanak tutuyor...
*****
Kuturica küstü, içindeki zehiri kustu gitti...
Tartışmalar da bitti derken...
Festival bitiyor, Kusturica gürültüsü bitmiyor...
Engin Ardıç Avrupa'dan yeni döndü:
"Öyle kendi kendimize gelin güvey olmayalım...
Herkes işinde gücünde..
Kimsenin Altın Portakaldan da; Kusturica'nın küstürülmesinden de haberi yok...
Kimsenin umurunda filan değil.."
Bu mealde birşeyler söyledi ki; doğrudur...
12 EYLÜL'DE HERKESİN SUSTUĞU PUSTUĞU VE BİLHASSA ÜLKÜCÜLERİN, MHP'NİN İMA YOLUYLA BİLE SAVUNULAMADIĞI BİR DÖNEMDE KALEMİYLE ZULME MEYDAN OKUDU NAZLI ILICAK...
MHP İLE HİÇ BİR ALÂKASI OLMADIĞI HALDE "FAŞİZM YARGILANIYOR" BAŞLIKLI ÇOK CESUR BİR YAZI YAZDI, İÇERDEKİLERE SAHİP ÇIKTI...
TERCÜMAN ILICAK'IN YAZILARI YÜZÜNDEN ÜÇ DEFA KAPATILDI, AMBARGOYA ALINDI VE NETİCEDE GAZETE BATTI... TERCÜMAN'IN BATMASINA, KEMAL ILICAK'IN HAZİN ÖLÜMÜNE DE NAZLI HANIMININ BU "MACERACI" TUTUMUNUN SEBEP OLDUĞU SÖYLENİR...
MİLLETVEKİLLİĞİNDEN DÜŞÜRÜLMEYİ YA DA İSTFAYI GÖZE ALABİLECEK KAÇ ERKEK ÇIKTI ŞU "SAĞCI" DENEN TAİFEDEN?..
12 EYLÜL CUNTA GENERALLERİNE YAĞDANLIK OLMADI, POSTAL YALAYICILIĞI YAPMADI, GAZETESİ BATTI...
REFAH PARTİSİNDEKİ SİYASET TECRÜBESİNDEN İSE EN ZARARLI ÇIKAN İSİM OLDU...
GAZETECİLİK AÇISINDAN BAŞARISIZLIKSA BEN BU BAŞARISIZLIĞI ALKIŞLARIM...
HANİ DERLER YA:
"GALİP SAYILIR BU YOLDA MAĞLUP"
RUHAT MENGİ İSE BUGÜNE KADAR HANGİ MAYIN TARLASINA GİRMİŞ, HANGİ RİSKİ GÖZE ALMIŞTIR ACABA?..
YAZISINDAN GAZETESİ Mİ KAPATILMIŞTIR?..
HAPİS Mİ YATMIŞTIR?..
NAZLI ILICAK-RUHAT MENGİ KAVGASININ ARENASI ATAMTÜRK'ÜN KÖŞESİ Mİ OLMALI?..
YANLIŞSAM YANLIŞ DEYİN LÜTFEN...
*****
Sayın Subaşı'nı onurlu, samimi demokrat duruşundan dolayı kutluyorum. Gerçekten insanları takiyye yapmaya zorlamak kadar haysiyet kırıcı bir zulüm olamaz.Artık korkularımızı, vehimlerimizi yenmeliyiz.Büyük düşünmeliyiz.Kendimize güvenmeliyiz.Münih garında tanıştığımız cebinde dedesinin ay-yıldızlı pasaportunu kutsal bir emanet gibi taşıyan "Rum"u, Toulouse'da tanıdığım ve Fransa'da doğma büyüme oldukları halde telefonlarını Türkçeyle açan Kayseri kökenli "Ermeni"yi kutsal Anadolu toprağının çocukları olarak sevdim, duygulandım. Hem de kimilerinin "ırkçı-faşist" diye tanımladıkları ülkücü kimliğimle...Aynı bahçenin farklı çiçekleri olduğumuzu kabullenmek bu kadar zor mu?.. Önemli olan temel ölçüyü (insana saygı, farklılıklarımıza hoşgörü) kaybetmemek bence...
Demokrasinin ruhu da bu olsa gerek...
*****
MHP Antalya İl Başkanı Adnan Kaya bey Türkiye'nin kirlenmiş siyasetine yakışmayacak kadar temiz kalmış bir yerel politikacı...Kimseye tepeden bakmayan alçak-gönüllü mütevazı kişiliği, dürüstlüğü ve çalışkanlığı sayesinde Antalya MHP tabanını yeni bir heyecanla harekete geçireceği kanaatindeyim. Bir makam mevki kapma, devlet kapısından nemalanma mesleği haline gelen politikanın "temiz toplum-temiz siyaset" eksenine oturabilmesi için Adnan bey örneği siyasetçilerimizin çoğalması gerekir.
İnanarak çalışmaya başlamak hedefe en az yüzde elli peşin yaklaşmak demektir...
*****
Kusturica gürültülü bir şekilde, hem de TC'nin Kültür Bakanını DÜŞMAN ilân ederek çekip gitti; fakat yankısı halen bitmedi...
Kusturica tartışması Altın Portakal'ı gölgeledi..
*****
Sahte diploma...
Sahte doktor...
Sahte ilâç...
Sahte ehliyet...
Sahte rakı...
Sahtekâr hoca...
Sahte dişçi...
Şimdi de sahte MİT'çi..
Pes doğrusu...
Memleket çivisinden çıkmış...
******
İşe bak sen..
Savarona Atatürk'ün...
Kızlar Rus!..
İşletmeci Türk!..
Basılan Bakan Kazak!..(Dost ve kardeş bir Türkî Cumhuriyetten...)
12 Eylül 1980 öncesi tahayyül bile edemeyeceğimiz bir tablo...
Seks pazarı ve azgın nefs milliyet cibilliyet farkı tanımıyor vesselam...
*******
Bizim çocuklar askere, polise, okula taş atmıyor, sokakları ateşe vermiyor...
Taş atan çocuklar ayrıcalıklı pozitif ayrımcı muamele görüyor...
Bizim çocuklar da taş atan çocuklar mı olsun?..
Yazık geldiğimiz noktaya?..
Festival de (Nur Sürer) bu ayrımcılığa çanak tutuyor...
*****
Kuturica küstü, içindeki zehiri kustu gitti...
Tartışmalar da bitti derken...
Festival bitiyor, Kusturica gürültüsü bitmiyor...
Engin Ardıç Avrupa'dan yeni döndü:
"Öyle kendi kendimize gelin güvey olmayalım...
Herkes işinde gücünde..
Kimsenin Altın Portakaldan da; Kusturica'nın küstürülmesinden de haberi yok...
Kimsenin umurunda filan değil.."
Bu mealde birşeyler söyledi ki; doğrudur...
ilgili tüm kayıtlar:
akaydın,
akp,
altın portakal,
chp,
festival,
Hasan Tülkay,
hoca,
kusturica,
mhp,
mit,
türkiye
30 Ocak 2010 Cumartesi
HALİT İLE EMİNE... EMİNE İLE HALİT...
BİR NİŞANIN HATIRLATTIKLARI
Tam bir yıl önce, Paris'te Mevlâna Camiinde cemaate seslenmiştim...
Aklı erenlere sormuştum önce:
Fransa'daki Türk toplumunun bir numaralı meselesi nedir sizce?..
Ortak cevap: Sarsılan evlilikler, aile bağlarının gevşemesi...
“Hocam, bu mevzuda gençleri aydınlatmamız, büyükleri de ikaz etmemiz lâzım...
Sen gençlerin dilinden anlarsın...
Onlara şöyle damardan girecek bir konuşma yap...”
Gerçi ben “Müslüm Baba” değildim amma, hatıra binaen tamam dedim...
27 Ocak 2009 Salı günü 93500 PANTIN Paris'te bulunan Fransa TÜRK FEDERASYON Genel Merkezi'nde heyecanlı bir yazı yazdım. 30 Ocak Cuma günü de aynı yazıyı Clichy Ülkü Ocağı Mevlâna Camiinde cemaate okudum. Gençlerden yazının fotokopisini isteyenler oldu. Sadece gençler değil, babalar, dedeler de “Allah razı olsun” dediler. Hele Adıyamanlı Hacı Mehmet Güçlü amcamızın, heyecanını, gözlerindeki minnet pırıltısını unutmam mümkün değildir. Alperen'in, Oğuzhan'ın dedesine yakışan asil ve vakur bir heyecan... O temiz, mümin yüreklere tercüman olabilmenin saadeti, sürûru gurbet yorgunluğumu unutturmuştu sanki...
Tam bir yıl önce, Paris'te Mevlâna Camiinde cemaate seslenmiştim...
Aklı erenlere sormuştum önce:
Fransa'daki Türk toplumunun bir numaralı meselesi nedir sizce?..
Ortak cevap: Sarsılan evlilikler, aile bağlarının gevşemesi...
“Hocam, bu mevzuda gençleri aydınlatmamız, büyükleri de ikaz etmemiz lâzım...
Sen gençlerin dilinden anlarsın...
Onlara şöyle damardan girecek bir konuşma yap...”
Gerçi ben “Müslüm Baba” değildim amma, hatıra binaen tamam dedim...
27 Ocak 2009 Salı günü 93500 PANTIN Paris'te bulunan Fransa TÜRK FEDERASYON Genel Merkezi'nde heyecanlı bir yazı yazdım. 30 Ocak Cuma günü de aynı yazıyı Clichy Ülkü Ocağı Mevlâna Camiinde cemaate okudum. Gençlerden yazının fotokopisini isteyenler oldu. Sadece gençler değil, babalar, dedeler de “Allah razı olsun” dediler. Hele Adıyamanlı Hacı Mehmet Güçlü amcamızın, heyecanını, gözlerindeki minnet pırıltısını unutmam mümkün değildir. Alperen'in, Oğuzhan'ın dedesine yakışan asil ve vakur bir heyecan... O temiz, mümin yüreklere tercüman olabilmenin saadeti, sürûru gurbet yorgunluğumu unutturmuştu sanki...
1 Kasım 2009 Pazar
GENÇLER OKUSUN
AŞKA DAİR BİRKAÇ SÖZ...
YUNUS EMRE DİYOR Kİ:
"İŞİTİN EY YARENLER
AŞK BİR GÜNEŞE BENZER
AŞKI OLMAYAN GÖNÜL
MİSALİ TAŞA BENZER"
YUNUS EMRE DİYOR Kİ:
"İŞİTİN EY YARENLER
AŞK BİR GÜNEŞE BENZER
AŞKI OLMAYAN GÖNÜL
MİSALİ TAŞA BENZER"
ilgili tüm kayıtlar:
aşk,
ferhat,
gönül,
Hasan Tülkay,
sevgi,
sevgili,
şirin,
tatil,
yunus emre
14 Ekim 2009 Çarşamba
TELLALIK YAPMIYORUZ
KÜÇÜK ESNAF BİTTİ Hasan hocam
BÜYÜKLER DE BİTMEK ÜZERE…
“Hocam, kumar oynamadım…
Hocam, hovardalık yapmadım…
Hocam, barda pavyonda keyif çatmadım, orospulara para yedirmedim..
Hocam, kimseye kefil olmadım…
Yatlar katlar da satın almadım hocam…
Hocam, yine de bittim, battım…
Dükkana kilidi vurdum hocam!..”
BÜYÜKLER DE BİTMEK ÜZERE…
“Hocam, kumar oynamadım…
Hocam, hovardalık yapmadım…
Hocam, barda pavyonda keyif çatmadım, orospulara para yedirmedim..
Hocam, kimseye kefil olmadım…
Yatlar katlar da satın almadım hocam…
Hocam, yine de bittim, battım…
Dükkana kilidi vurdum hocam!..”
24 Eylül 2009 Perşembe
EĞİTİMDE ALTIN KURALLAR
EĞİTİMDE ALTIN KURALLAR
HİÇ KİMSE ÇOCUĞUNA
GÜZEL AHLAKTAN
DAHA DEĞERLİ
BİR MİRAS
BIRAKMIŞ OLAMAZ!
*-*-*-Hazreti MUHAMMED (A.S.)
*Çocuklarımızı sevelim, sevgimizi gizlemeyelim.
HİÇ KİMSE ÇOCUĞUNA
GÜZEL AHLAKTAN
DAHA DEĞERLİ
BİR MİRAS
BIRAKMIŞ OLAMAZ!
*-*-*-Hazreti MUHAMMED (A.S.)
*Çocuklarımızı sevelim, sevgimizi gizlemeyelim.
KAZANOĞLU'NU TANIYALIM
O dost bir yürek… Sazıyla, sözüyle, özüyle bizden biri… Palandöken yaylasından, Dadaşlar diyarı Erzurum’dan getirdiği manevî bereketi, gönül zenginliğini dostlarıyla paylaşıyor. Dilinden ve telinden dökülenler, bizim havamız, bizim davâmız, bizim sevdâmız… Hızlı yaşayıp hızlı tüketen ve gelenekten kopan çağdaşlığa inat, sazını omzundan indirmeyen bir kahraman… “Kahraman” kelimesini bilerek ve seçerek kullandım. Çünkü “at uşağı kılıklı adamlar” gibi horlamalara ve bir halk âşığının yıllık kazancından fazlasını bir gecede kazanan “sahne sanatçıları”na rağmen; Kazanoğlu direniyor. Pes etmiyor. Halk edebiyatımızın omurgası bir geleneği, âşıklığı, ozanlığı yaşamaya ve tek başına da kalsa yaşatmaya çalışan bir avuç insandan biri… Reyhanîleri, Sümmanîleri arayan ve anlayan bir toplum yok ortada… Buna rağmen onlar Reyhanîlerin, Sümmanîlerin bayrağını yere düşürmemek için direniyorlar…
Kazanoğlu’nu ne zamandan beri tanıyorum?.. Bir olay, bir tarih tesbit edemiyorum. Sanki “kalû belâ”dan beri tanışıyoruz gibi bir his var içimde… O’nu tanımanızı isterim..Selahaddin KAZANOĞLU, özgeçmişini şöyle anlatır:
Kazanoğlu’nu ne zamandan beri tanıyorum?.. Bir olay, bir tarih tesbit edemiyorum. Sanki “kalû belâ”dan beri tanışıyoruz gibi bir his var içimde… O’nu tanımanızı isterim..Selahaddin KAZANOĞLU, özgeçmişini şöyle anlatır:
KARDEŞLİK SOFRASI
Ramazan’ın beşinci akşamı…
Devletlu bir iftar sofrasında tanıdığım iki güzel insan…
İlk defa yüz-yüze, ilk defa göz-göze gelsek de;
Sanki “kaalü belâ”dan beri tanışığız.
Öylesine muhabbet ve keşif dolu bir sohbet sofrası.
Gönül dağarcığımızdaki güzellikleri paylaşmak adına uzayan sohbet,
Sessiz bir şölen havasında
Uzadıkça uzuyor…
Nezaket dairesinde saatimize bakmasak;
Farkında olmadan sahura kalacağız belki de…
Davet sahibimiz yoldan gelmiş, yorgundur halbuki…
Devletlu bir iftar sofrasında tanıdığım iki güzel insan…
İlk defa yüz-yüze, ilk defa göz-göze gelsek de;
Sanki “kaalü belâ”dan beri tanışığız.
Öylesine muhabbet ve keşif dolu bir sohbet sofrası.
Gönül dağarcığımızdaki güzellikleri paylaşmak adına uzayan sohbet,
Sessiz bir şölen havasında
Uzadıkça uzuyor…
Nezaket dairesinde saatimize bakmasak;
Farkında olmadan sahura kalacağız belki de…
Davet sahibimiz yoldan gelmiş, yorgundur halbuki…
23 Eylül 2009 Çarşamba
BU İLETİ SİZE DE GELDİ Mİ?
Biz mi istedik yoksa hak mı ettik ?
Benim çocukluğumda annelerimiz çalışmazdı.
Okuldan eve geldiğimde boynumdaki anahtarla kapıyı hiç açmadım.
Hatta babamın bile anahtarı yoktu.
Annem evimizin bir parçası gibiydi, hep evdeydi.
Her yere birlikte giderdik, zaten öyle çok da gidilecek bir yer yoktu ki..
En büyük eğlencemiz sokaklarda oynamaktı.
Sokakta oynamak diye bir kavram vardı yani.
Cafelerde, alış veriş merkezlerinde buluşmazdık.
Okula arkadaşlarımızla gider,
Benim çocukluğumda annelerimiz çalışmazdı.
Okuldan eve geldiğimde boynumdaki anahtarla kapıyı hiç açmadım.
Hatta babamın bile anahtarı yoktu.
Annem evimizin bir parçası gibiydi, hep evdeydi.
Her yere birlikte giderdik, zaten öyle çok da gidilecek bir yer yoktu ki..
En büyük eğlencemiz sokaklarda oynamaktı.
Sokakta oynamak diye bir kavram vardı yani.
Cafelerde, alış veriş merkezlerinde buluşmazdık.
Okula arkadaşlarımızla gider,
ilgili tüm kayıtlar:
aşk,
gelecek,
gelenek,
google,
Hasan Tülkay,
hayat,
ileti,
msn,
nostalji,
yaşam
NAMAZ TANSİYONA İYİ GELİR Mİ?
Bu soruyu pozitif (müsbet) ilim zihniyetiyle yetişen doktorlara, psikologlara sormayın. Ya kızarlar, “Bu çağda bu kafa” diye azarlar; ya da “Amca, namaz basura, kansere bile iyi gelir” diye dalga geçerler. Kim ne derse desin, insanın ruhî hayatındaki sükûnet, bazı bedenî arızalara da iyi geliyor. Yüreğimizle kılabildiğimiz namaz da, ruh dünyamızda dinginlik, gönüllerimizde enginlik hasıl ediyor. Tecrübe ile sabit olduğu için, namaz ve sağlık münasebeti mevzuunda, acizâne; doktorlardan farklı düşünüyorum.
Sabahtan beri neredeyse beynim çatlayacak gibi başım ağrıyordu. Niyetli olduğumdan hastaneye gitmedim. Evde tansiyonumu ölçtüm; çok yüksek çıktı…
Sabahtan beri neredeyse beynim çatlayacak gibi başım ağrıyordu. Niyetli olduğumdan hastaneye gitmedim. Evde tansiyonumu ölçtüm; çok yüksek çıktı…
17 Eylül 2009 Perşembe
YASAKLAYIN BU KİTABI
“Hangi kitabı?” diye sormayın, reklâma alet olmayın…
"Gönülleri açan kalbi nurlandıran şifa demeti"ymiş güyâ...
Bu kitap ve benzerleri piyasada o kadar çoktu ki; son yıllarda biraz azaldı…
Çarşıda, pazarda, cami önlerinde, Hicaz pazarlarında, dinî kitapçılarda…
Seyyar satıcı tezgâhlarında mebzul miktarda bulunur…
Üstelik not defteri kadar küçük…
Gömlek cebinizde taşınacak kadar küçücük hattâ...
Peynir ekmek, hattâ çekirdek gibi satılan kitaplar, kitapçıklar…
Çünkü DİN satıyorlar…
Çünkü UMUT ve HAYÂL tacirliği yapıyorlar…
Çünkü CEHALETTEN PRİM yapıyorlar…
Çünkü ALLAH’ı, PEYGAMBER’i kullanıyorlar…
Diyanet bu kitapçıklara savaş açmalı…
Evet, resmen savaş açmalı…
Yetkisi varsa “Yasak ve zararlı yayın” ilân etmeli…
Basımı, yayımı, satışı, dağıtımı engellenmeli…
“Yüzde doksan bilmem kaçı Müslüman” olan Türkiye’ye yakışmıyor…
İslâmın aydınlık yüzünü karartıyorlar…
Lâikliği keferelik gibi anlayanlara malzeme veriyorlar…
Okumuş taifesini dinden imandan soğutuyorlar…
Münevver Müslümanlar da halkımızı tenvir etmeli…
Diyanete yardımcı olunmalı…
Bu kitapçıklar mutlaka piyasadan çekilmeli…
Neymiş efendim; güyâ esmâ’ül-hüsnâ şerhiymiş…
Hem de Resûullâh’ın dilinden…
Evet, Hem de Resûullâh’ın dilinden…
Bu kadar safsatayı hangi sahtekâr, hangi cahil yobaz uydurur?
Yüzbinlerce uyduruk hadis gibi..
Efendim kim ki (El VEDUD) ismini
“Taam üzerine bin kerre okuyup zevcesiyle ekleylese
Zevcesinin muhabbeti ziyâde olur”muş…
(EL-KABIDÜ) ismini “40 lokma ekmek üzre yazıp,
40 gün birer lokma yese açlıktan emîn olur”muş…
(EL-BASİTÜ) ismini, “ellerini göğe doğru kaldırıp
71 defa zikrederek yüzüne sürse; fakir olmaz,
Gani (zenginlik) teveccüh eder.”miş…
“Zürriyeti olmayan kadın, yedi gün iftar anında
21 kerre (EL-MUSAVVIR) zikreylese
Zürriyet ihsan olunur”muş…
“Cimadan evvel on kerre (EL-MÜTEKEBBİR) zikreden
Haluk (güzel) evlât sahibi olur”muş…
“Felç illetine müstelâ olan
(EL-BERRÜ) ismini zikreylese kurtulur”muş…
“Mahlukattan me’yus olan Cuma gecesi her gece ONBİN kerre
(EL-MUĞNÎ) okusa eseri gına zuhur eder”miş…
“Ehliyle cima halinde kalbiyle (EL-MUĞNÎ) ismini zikreylese
Ehlinin muhabbeti ziyâde olur”muş..
Kısa yoldan zengin olmak, köşeyi dönmek isteyenler…
Açlığı, yokluğu, her türlü derdi belâyı def etmek isteyenler…
Hatunu ile muhabbeti zayıf olanlar…
Ve daha neler neler ve kimler kimler
Bu kitaptan istifâde edeler…
Bu ve benzeri kitapları pozitivist-lâik aydınlar
İyi ki okumuyorlar…
Değilse Müslümanları tefe koyarlar…
“Yasakçı-masakçı” demelerine aldırmadan
Diyânet bu maskaraları piyasadan silmeli, süpürmeli…
Galiba dine en hayırlı hizmet:
Bid’at ve hurafelerin, kalpazanların, din tüccarlarının temizlenmesi…
Bizim bunlarla mücadeleye gücümüz yetmez…
Etiketimiz yok, yayınevimiz yok, dergimiz yok…
Fakat DİYANET devlet gücüyle bu işi başarabilir…
Kafamızı ve midemizi bulandıran cühelâ şarlatan taifesinin
Vicdanlardaki saltanatına son verebilir…
Hasan TÜLKAY 17 Eylül 2009 Perşembe- ANTALYA
babaturk@mynet.com hasantulkay@hotmail.com http://hasanhoca.azbuz.com/ http://hasanhocam.skyrock.com/
"Gönülleri açan kalbi nurlandıran şifa demeti"ymiş güyâ...
Bu kitap ve benzerleri piyasada o kadar çoktu ki; son yıllarda biraz azaldı…
Çarşıda, pazarda, cami önlerinde, Hicaz pazarlarında, dinî kitapçılarda…
Seyyar satıcı tezgâhlarında mebzul miktarda bulunur…
Üstelik not defteri kadar küçük…
Gömlek cebinizde taşınacak kadar küçücük hattâ...
Peynir ekmek, hattâ çekirdek gibi satılan kitaplar, kitapçıklar…
Çünkü DİN satıyorlar…
Çünkü UMUT ve HAYÂL tacirliği yapıyorlar…
Çünkü CEHALETTEN PRİM yapıyorlar…
Çünkü ALLAH’ı, PEYGAMBER’i kullanıyorlar…
Diyanet bu kitapçıklara savaş açmalı…
Evet, resmen savaş açmalı…
Yetkisi varsa “Yasak ve zararlı yayın” ilân etmeli…
Basımı, yayımı, satışı, dağıtımı engellenmeli…
“Yüzde doksan bilmem kaçı Müslüman” olan Türkiye’ye yakışmıyor…
İslâmın aydınlık yüzünü karartıyorlar…
Lâikliği keferelik gibi anlayanlara malzeme veriyorlar…
Okumuş taifesini dinden imandan soğutuyorlar…
Münevver Müslümanlar da halkımızı tenvir etmeli…
Diyanete yardımcı olunmalı…
Bu kitapçıklar mutlaka piyasadan çekilmeli…
Neymiş efendim; güyâ esmâ’ül-hüsnâ şerhiymiş…
Hem de Resûullâh’ın dilinden…
Evet, Hem de Resûullâh’ın dilinden…
Bu kadar safsatayı hangi sahtekâr, hangi cahil yobaz uydurur?
Yüzbinlerce uyduruk hadis gibi..
Efendim kim ki (El VEDUD) ismini
“Taam üzerine bin kerre okuyup zevcesiyle ekleylese
Zevcesinin muhabbeti ziyâde olur”muş…
(EL-KABIDÜ) ismini “40 lokma ekmek üzre yazıp,
40 gün birer lokma yese açlıktan emîn olur”muş…
(EL-BASİTÜ) ismini, “ellerini göğe doğru kaldırıp
71 defa zikrederek yüzüne sürse; fakir olmaz,
Gani (zenginlik) teveccüh eder.”miş…
“Zürriyeti olmayan kadın, yedi gün iftar anında
21 kerre (EL-MUSAVVIR) zikreylese
Zürriyet ihsan olunur”muş…
“Cimadan evvel on kerre (EL-MÜTEKEBBİR) zikreden
Haluk (güzel) evlât sahibi olur”muş…
“Felç illetine müstelâ olan
(EL-BERRÜ) ismini zikreylese kurtulur”muş…
“Mahlukattan me’yus olan Cuma gecesi her gece ONBİN kerre
(EL-MUĞNÎ) okusa eseri gına zuhur eder”miş…
“Ehliyle cima halinde kalbiyle (EL-MUĞNÎ) ismini zikreylese
Ehlinin muhabbeti ziyâde olur”muş..
Kısa yoldan zengin olmak, köşeyi dönmek isteyenler…
Açlığı, yokluğu, her türlü derdi belâyı def etmek isteyenler…
Hatunu ile muhabbeti zayıf olanlar…
Ve daha neler neler ve kimler kimler
Bu kitaptan istifâde edeler…
Bu ve benzeri kitapları pozitivist-lâik aydınlar
İyi ki okumuyorlar…
Değilse Müslümanları tefe koyarlar…
“Yasakçı-masakçı” demelerine aldırmadan
Diyânet bu maskaraları piyasadan silmeli, süpürmeli…
Galiba dine en hayırlı hizmet:
Bid’at ve hurafelerin, kalpazanların, din tüccarlarının temizlenmesi…
Bizim bunlarla mücadeleye gücümüz yetmez…
Etiketimiz yok, yayınevimiz yok, dergimiz yok…
Fakat DİYANET devlet gücüyle bu işi başarabilir…
Kafamızı ve midemizi bulandıran cühelâ şarlatan taifesinin
Vicdanlardaki saltanatına son verebilir…
Hasan TÜLKAY 17 Eylül 2009 Perşembe- ANTALYA
babaturk@mynet.com hasantulkay@hotmail.com http://hasanhoca.azbuz.com/ http://hasanhocam.skyrock.com/
8 Eylül 2009 Salı
PEKİ SİZ NE DÜŞÜNÜYORSUNUZ?
ATATÜRKÇÜLER NEDEN KAYBEDİYOR?..
İkiyüzlülük yapmayalım. Yalan söylemeyelim. Dobra dobra konuşalım. Açık olalım. Gerçekleri görmezlikten gelmeyelim. Kendimizi de aldatmayalım: Türkiye'de heykel Atatürkçülüğü tutmamıştır. Kanunla korunduğu için, hapislik korkusuyla, Atatürk'ü sevmeyenler de, en büyük Atatürkçü rolünde görünür, sahtekârlık yaparlar.
Kürtler Atatürk'ü sevmezler, fakat yakın zamana kadar seslerini çıkartamazlardı.
Okuyucu, yazıcı, Yeni Asyacı, Fethullahçı; bilumum Nurcular Atatürk'ü sevmezler; fakat seviyor görünürler veya seslerini çıkarmazlar. Cemaatın Atatürk adına okulu, yurdu var mıdır, yok mudur; bilmiyorum. Fakat Atatürk'ü anma törenleri ve Atatürk haftasında mekteplerinde gösterişli etkinlikler yapar, yarışmalara katılırlar.
Süleymancılar, Atatürk'ü sevmezler; talebe yurtlarında en güzel Atatürk köşesini onlar hazırlar. Halbuki Kur'an Kurslarında Atatürk'ü Deccal olarak tanıtmışlardır yıllarca..
Yeniden Millî Mücadeleciler; Atatürk'ü İngiliz ajanı diye tanıtan seminerlerle yetişmişlerdir.
Komünistler, sosyalistler,Marksist-Leninist devrimciler Atatürk'ü sevmezler; fakat şapkalı Atatürk resimlerini bürolarından, rozetlerini yakalarından düşürmezler...
Tarikatların hemen hiç biri Atatürk'ü sevmezler, kapalı zikir ve sohbet meclislerinde aleyhinde atar-tutarlar; fakat alenî olarak gık diyemezler...
Liberaller Atatürk'ü sevmezler, inceden ince Atatürkçülerle dalga geçerler üstelik... (En namuslu yine bunlar sayılır; kuralları ve kutsalları yok amma; hiç değilse ikiyüzlülük yapmıyorlar.)
Bizim keskin Türkçüler de Atatürk'ü sevmezlerdi. ATSIZ, "İçimizdeki Şeytan" ve "Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferleri", "Z Vitamini" "Dalkavuklar Gecesi" gibi eserlerinde tek parti CHP döneminin tozunu atar.
ATSIZ'ın manevî babası Rıza NUR; "Hayat ve Hatıratım"da Atatürk'e çok ağır hakaretâmiz ifadeler kullanır. Okurken kusasınız gelir.
Şimdi Şamanist geçinen Irkçı-Türkçü toplumcu-buduncu kıytırık gruplar ve onlarla aynı ağzı kullanan "Türk Solu" Atatürk'ü bayraklaştırıyor. Bu da onların çelişkisi olsa gerek. Çünkü hem ATSIZCI, Rıza NURCU hem de Kemalist olmak, eşyanın tabiatına aykırı...
Osman Yüksel Serdengeçti, Atatürk'ü sevmezdi. Hatta öldüğünde "Bir Nesli Nasıl Mahvettiler" kitabında yazdıklarından dolayı Atatürk'e hakaret suçundan hükümlüydü bildiğim kadarıyla... 12 Eylülcüler zamanında, yıllar önce basılmış, en az yüzbin adet satılmış ve defalarca şikayet edilmiş, yargılanmış, beraat etmiş not defterinden küçük bu kitapçıktan dolayı, Türkçülük-Turancılık davasının Osman Zeki Yüksel'i mahkûm edilmişti.
Üstad Necip Fazıl'ın da en fazla hücum şimşeklerini üstüne çekmesine sebep, lâiklik ve Kemalizme karşı tavır almasıdır.
Bugün solun, hatta Atatürkçü geçinenlerin "Büyük Şair" diye yere göğe sığdıramadıkları Moskovadaki kızıl rejimin meddahı Nazım Hikmet Atatürk'e tüküren, hakaret eden mısraların yazarıdır.Çünkü Atatürk zamanında komünistlikten yargılanmış, kodesi boylamıştı.
Güçlü bir hikayeci ve şair olan Sabahattin Ali de Atatürk'ü sevmezdi. Çünkü tek parti döneminde komünist ithamıyla o da takibat altındaydı.
Sağlığında dev heykelleri dikilen ve heykellerine bile methiyeler düzülen Atatürk'ü doğup büyüdüğüm köyde kasabada büyüklerimiz de pek sevmezdi açıkçası. Atatürk heykeline ve büstlerine soğuk bakarlardı.
Devrimci-solcu "Kızılırmak" şairi Hasan Hüseyin'in ifadesiyle halkımız; Mustafa Kemâl'i Atatürk'ten fazla seviyordu.
Velhasıl, toplumun pek çok kesiminde tören Atatürkçülüğü kabul görmedi.Görseydi Millî Görüş gömleğini çıkaran AKP mirasyedileri tek başına iktidara gelemezdi. Devlet, ordusuyla, yargısıyla, üniversiteleri ile Atatürk'ü ve O'nun eseri Türkiye Cumhuriyeti'ni korumak için seferber olmuşken; "cahil halk" sandıktan bir defa olsun tek başına CHP iktidarı çıkarmadı; çıkaracak gibi de gözükmüyor. Herkesin kanun zoruyla Atatürkçü göründüğü Türkiye'de halkın sesine kulak verelim ve düşünelim: Atatürkçülüğü bayraklaştıranlar niçin bu milletten iktidar desteği alamıyorlar? Kendi halkımıza karşı; Atatürk'ü, Atatürkçülüğü süngüyle, silah zoruyla mı koruyacağız?
Neden böyle olduk? Neden Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti'nin üniter yapısını korumak konusunda endişe taşıyoruz?
Neden bölünmekten korkuyoruz? AKP hükümetinin "Açılım" siyasetinden Türklük ve Türkiye adına kaygılanmakta haksız mıyız?
Neden AB'nin, ABD'nin dümen suyuna girdik?
Neden hürriyet ve istiklâl gibi en yüce değerlerimizden adetâ vazgeçer hâle geldik?
Sadece dış düşmanlar, AB, ABD dayatmaları, komplo teorileri geldiğimiz bu teslimiyetçi noktayı izah etmeye yetiyor mu?
Cemaatçiler, nasıl bu kadar güçlü bir para imparatorluğuna dönüştüler?
Telef olan militanları için mevlid ve dualar okutturan bölücü örgüt nasıl siyasallaştı ve meydanlarda, Meclis kürsüsünde nasıl devlete meydan okuyorlar?
Ali Kırca'nın "Siyaset Meydanı"nda "Açılım"ı tartışan çocuklardan birisi;"Siz bayramlarda önderlerinizin resimlerini asıyorsunuz da, biz kendi önderimizin resmini neden asamıyoruz?" diye alenen ve resmen Türkiye Cumhuriyeti'ne meydan okuyabiliyor. Neleri söyleyebileceği üç aşağı beş yukarı belli olan, örgüt propagandası ile beyni evinde yıkanmış bu çocuğu ekranlara çıkartmak, çocukları "Açılım"a alet etmek, siyasetin dilini zavallı çocuklara terketmek affedilir bir iş midir?
Neden tepkileri tüketilen, adetâ sinirleri alınmış lop et yığınına döndürülen bu "kitle"nin hassasiyetlerinin körelmesinden feryat etmeyiz?
Ali Kırca, böyle bir potun ardından yine tv.lerde arz-ı endam edebilecek, medyatörlüğü sürdürebilecek midir? Aklıma gelen, açıkçası yazmaya korktuğum daha bir sürü suâl...
Bunları düşünmeme sebep olan da, son zamanlarda Tayyip Erdoğan'ın adetâ bir intihar bombası gibi rastgele ortalığa salıverdiği "Açılım"a karşı, millî refleksin neden zayıf kaldığı sualiyle kafam meşgul halde okuduğum bir kitap: Yavuz Bülent Bâkiler'in Türk Edebiyatı Vakfı Yayınlarından çıkan GİDENLERİN ARDINDAN kitabı... Derin bir devlet şuuru taşıdığına inandığım Türk Milleti, kanaatimce yanlış Atatürkçülük, yanlış lâiklik uygulamalarından dolayı, yeterince devletine sahiplenmiyor.
Dün AB'ye, ABD'ye meydan okuyan "Akıncı Mücahit Müslüman" Millî Görüşçüler, bugün iktidar saltanatı uğruna emperyalist odakların himâyesine sığınmaktan utanmıyorlar. Millî Görüşçüye gömlek çıkarttıran, para ve güç uğruna inandığını iddia ettiği bütün mukaddesleri ayaklar altına aldıran bu zillet tablosunun yaşanmasında Kemalistlerin de büyük vebâli var.
Yıllarca "Ordumuz-Yurdumuz-Kurdumuz" diyerekten, devlet-i ebed müddet uğruna kanlarını, canlarını fedâ eden ülkücülerden bile yeterince "tepki" alınamıyorsa, Atatürkçü 12 Eylül cuntasının zulümlerinden dolayı değil midir?..
Madem ki bir "Demokratik Açılım" modası vardır; aşağıdaki metinleri okuyalım, düşünelim, tartışalım.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Çağdaş Bir Putlaştırma Örneği; Atatürk'e Tanrı veya Peygamber Diyenler
Cumhuriyetin ilk yıllarında, devletin dine bakış tarzını öğrenebilmek için, önce, okullarda çocuklarımıza okutulan tarih kitaplarına, sosyoloji kitaplarına bakmak lâzım. İstanbul'da 1931 yılında, Devlet Matbaası'nda bastırılan Orta Zamanlar Tarihi'nde İslâmiyet ve Hz. Peygamber (s.a.s.) aleyhinde yazılanlar, en koyu münkirleri bile utandıracak seviyesizliktedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında, devletin resmî ideolojisinde İslâmiyet'in yeri yoktur. Çünkü "İslâm birtakım zevâta göre eskimiştir!", "Hz. Muhammed (s.a.s.) nihâyet bir çöl bedevîsidir", "İslâmiyet'in yerine yeni bir din koymak lâzımdır ki, o da Kemalizmdir." Nitekim Edirne milletvekili Şeref Aykut 'a göre Kemalizm dininin altı esası, altı oktan ibaretti: Yani "Kemalizm dini, cumhuriyetçilik, milliyetçilik, inkılâpçılık, devletçilik, laiklik ve halkçılık prensiplerine dayanmalıydı." Kemalizmin, yeni bir din olarak yayılmasında Şeref Aykut yalnız değildi. İyi ama bu dinin peygamberi kim olmalıydı? Bu sorunun cevabını Behçet Kemal Çağlar verdi: Mustafa Kemal Atatürk! Behçet Kemal, Süleyman Çelebi'nin meşhur Mevlid'ini Atatürk'e uydurmakta ve çıktığı Anadolu il ve ilçelerinde, başına topladığı kalabalıklara Atatürk Mevlidi'ni okutmakta hiçbir sakınca görmedi: (...) Ger dilersiz bulasız oddan necâtMustafâ-yı bâ Kemâl'e essalât.Ol Zübeyde, Mustafâ'nın ânesiOl sedeften doğdu ol dürdânesi!Gün gelip oldu Rızâ'dan hâmileVakt erişti hafta ve eyyâm ile.Geçti böyle, nice ay nice seneVakt erişti bin sekiz yüz seksene.Merhaba ey baş halâskâr merhabaMerhaba ey ulu serdâr merhaba!Edip Ayel, Atatürk'e: "Sen bizim yeni peygamberimizsin!" diye seslenmekte geciktiği için dövünmeye başladı. Behçet Kemal'i geride bırakacak bir atılım içinde olması gerekirdi. Bunu gerçekleştirebilmek için, Atatürk'e yeni dinî sıfatlarla secde etmesi lâzımdı. Edip Ayel, aruzun tumturaklı kalıplarıyla Türk edebiyatının en muhteşem dalkavukluk örneğini ortaya koydu: Cennetse bu yurt, sen onu buldundu harâbeBir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldunTürk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.Tutsak seni lâyık, yüce Tanrı'yla müsâviToprak olamaz kalp doğabilmişse semâvîÖlmez bize cennetlerin ufkundan inen sesİnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez!Edip Ayel'in bu kükremesinden sonra bir tereddüt belirdi: Atatürk, yeni Kemalizm dininin Allah'ı mı olmalıydı; peygamberi mi? Cumhuriyet devri şairlerinin bir büyük bölümü, Atatürk'e kıyamadılar. Onun üstünde de, altında da hiçbir gücün, hiçbir varlığın bulunmasına tahammül edemediler. Bu bakımdan, Atatürk'e hem Allah, hem de peygamber diye seslenerek kendilerinden geçtiler. Behçet Kemal, Edip Ayel'den geri kalmak istemedi:Kaç yıldır Türkçe'ydi Tanrı'nın diliİnsana ne ilâh, ne de sevgiliNe de ana-baba aratıyorduHer an yaratıyor, yaratıyordu.Artık işaret verilmiş, yarış başlamıştı. İpi herkesten önce göğüslemeye çalışan atletler gibi, o devrin edipleri de "Allah", "tanrı", "ilâh", "Kâbe", "put" gibi kelimelerle Atatürk'e daha önce ulaşabilmenin cezbesine kapılmışlardı. Yüzlerce örnekten işte birkaçı: Halil Bedii Yönetken çığlıklar koparıyordu:Tanrı gibi görünüyor her yerdeTopraklarda, denizlerde, göklerdeGönül tapar, kendisinden geçer deHangi yana göz bakarsa: Atatürk.Kemalettin Kamu, kendisine milletvekilliği getiren şiirini kalabalıklara okumaya başladı: "ÇankayaBurada erdi MûsâBurada uçtu İsaBülbül burada varsaHürriyet için öter.Ne örümcek, ne yosunNe mûcize, ne füsun...Kâbe Arab'ın olsunÇankaya bize yeter..."Sonra Faruk Nafiz Çamlıbel, sazını eline aldı:"On milyon bel, iki kat olmuşken eğilmedenO'nda on beş milyonun boyu birden uzaldı.Tanrı, peygamber diye nedir, kimdir bilmedenTaptığımız ne varsa, hepsi ondan şekil aldı.."1938 yılında, Faruk Nafiz, tanrısız kalmamak için, Atatürk'ü yüreğine bir put gibi oturttu:"Yürüyor, kalbimizin durduğu bir yolda değil Kanlı bir göz yaşı nehrinde muazzam tabutunEy ilâhın yüce dâvetlisi, göklerden eğilGöreceksin duruyor kalbimizin üstünde putun!"Türk edebiyatında, tarihin hiçbir devresinde görülmeyen dalkavukluk ve putperestlik örnekleri, patlayan bir lağımın dehşet saçan kokusu ve manzarasıyla etrafa yayılmaya başlamıştı: Akbaba'cı Yusuf Ziya Ortaç da sesini yükseltti: "Topladı avucunda yıldırımı, şimşeğiYoktan var ediyordu tanrı gibi her şeyi.Nurettin Artam, dinin bütün nurlarından koparak kula kul oldu: Koca bir güneşin akşam olmadanDağların ardında sönüşü gibiMillete can veren, vatan yaratanTanrının göklere dönüşü gibi.Her zaman ırkıma büyük Baş AtamTanrılaş gönlümde, tanrılaş Atam!.."Ömer Bedrettin Uşaklı da, Atatürk tapıcılığından kurtulamadı: "Bir güneş gibi yalnızSensin ülkü tanrımızEy Türklüğün bütünü."Vasfi Mahir Kocatürk de, kocaman yakıştırmalarla Kemalizm dininin müridleri arasında zikre başladı: "Peygamber, tanrısına duymadı bu hasretiVermedi bu kudreti tanrı, peygamberine."İlhami Bekir, alnımızın akına, katran karası elleriyle küfrün yobazlığını bulaştırmaya çalıştı:"İlk adam, mavi gözlerle baktı toprağaToprağın haritasını çizdi bayrağaAllah değil, o yazdı alın yazımızı."Bu ruhsuz, bu köksüz, bu tatsız örnekleri uzatmak istemiyorum. Yalnız, Cumhuriyetin o kuruluş yıllarında, zilli-düdüklü dalkavuklar zümresinden, üç önemli ismin ayrıldığını belirtmek istiyorum: Yahya Kemal, Necip Fazıl ve Nazım Hikmet! Nazım Hikmet, daha önce Marks'a ve Lenin'e kul köle olduğu için Atatürk'e secde etmedi. Hatta ona "Burjuva Mustafa Kemal" diye homurdanan şiirler yazdı. Yahya Kemal'le Necip Fazıl, İslâm'ın âmentüsüne bağlı kaldılar. Kemalizm dininin yeni öncüleri ise, imanın altı şartı olan İslâm âmentüsü karşısına, Kemalizm'in yeni âmentüsünü çıkardılar. Bazı devlet kuruluşlarında bastırıp dağıttıkları bu devrimci(!) âmentüyü şöyle yazarak ilân ettiler:"Kahramanlık örneği olan ve vatanın istikbâlini yoktan var eden Mustafa Kemal'e, onun cengâver ordusuna, yüce kanunlarına, mücâhit analarına ve Türkiye için âhiret günü olmayacağına iman ederim."Halk, "halkçı" Kemalistlerin bu dehşetli dalkavukluklarından nefret ediyordu. Din ve dünya işlerini birbirinden ayırmaya çalışan Atatürk ise, kendisine takılan bu dinî sıfatlar karşısında şaşırıp kalıyordu. [1] --------------------------------------------------------------------------------[1] Yavuz Bülent Bakiler, İslâmiyat cilt 3, sayı 3, Temmuz-Eylül 2000
"Benim, 30 yıllık memuriyet hayatımda şahit olduğum hadiselere dayanarak iddia ediyorum:Türkiye'de en rahat ve en tehlikesiz hırsızlık, soygun, vurgun, Atatürkçülük maskesi altında yapılıyor. Atatürkçü geçinen hırsızlara, hiç kimse korkusundan "arkadaş neden çalıp çırpıyorsun?" demiyor, diyemiyor. Eğer ben helâl-haram inancı içinde olmasaydım Kültür Bakanlığı'nda Müsteşar Yardımcısı ve Atatürk'ün Doğumunun 100. yıl çalışmaları Başkanı iken, elimdeki 120 milyonluk bütçenin çok rahat bir şekilde 10 milyonunu çalar çırpardım. 1978-79 yıllarında 10 milyon liraya 10 daire sahibi olur, üstelik bir de "Büyük Atatürkçü"olarak alkışlanırdım. Türkiye, bu çok yanlış Atatürkçülük anlayışından ve Atatürk istismarcılığından, Atatürk taassubundan sıyrılmadıkça çağdaş medeniyet seviyesine yükselemez, rahat nefes alamaz!" (2)
---------------------------------------------------------------------------
(2) Yavuz Bülent Bâkiler, Gidenlerin Ardından, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 1.Baskı 2006, Sayfa:25-26
Efendim; Atatürk'ü Peygamberimizle yarıştırır, NUTUK'u Kur'an-ı Kerîm'e alterneatif gibi dayatırsanız; kaybedersiniz. Hepimizin fikirlerimizi, inançlarımızı, kabullerimizi yeniden gözden geçirme zamanı... AKP'nin "Açılım"ları T.C.'nin temellerini sarsar ve Türk Milletinin istiklâl ve istikbâl kaygısını derinleştirirken; belki tek müsbet faydası, asker dahil bütün tarafların ve kendisini devletin-milletin geleceğinden sorumlu hissedenlerin yeni bir özeleştiri, yeni bir vicdan ve nefs muhasebesini ihtiyaç hissetmeleri olacaktır diye düşünüyorum.
Hasan TÜLKAY 6 Eylül 2009 Pazar-TOKAT
babaturk@mynet.com hasantulkay@hotmail.com http://hasanhoca.azbuz.com/ http://hasanhocam.skyrock.com/
İkiyüzlülük yapmayalım. Yalan söylemeyelim. Dobra dobra konuşalım. Açık olalım. Gerçekleri görmezlikten gelmeyelim. Kendimizi de aldatmayalım: Türkiye'de heykel Atatürkçülüğü tutmamıştır. Kanunla korunduğu için, hapislik korkusuyla, Atatürk'ü sevmeyenler de, en büyük Atatürkçü rolünde görünür, sahtekârlık yaparlar.
Kürtler Atatürk'ü sevmezler, fakat yakın zamana kadar seslerini çıkartamazlardı.
Okuyucu, yazıcı, Yeni Asyacı, Fethullahçı; bilumum Nurcular Atatürk'ü sevmezler; fakat seviyor görünürler veya seslerini çıkarmazlar. Cemaatın Atatürk adına okulu, yurdu var mıdır, yok mudur; bilmiyorum. Fakat Atatürk'ü anma törenleri ve Atatürk haftasında mekteplerinde gösterişli etkinlikler yapar, yarışmalara katılırlar.
Süleymancılar, Atatürk'ü sevmezler; talebe yurtlarında en güzel Atatürk köşesini onlar hazırlar. Halbuki Kur'an Kurslarında Atatürk'ü Deccal olarak tanıtmışlardır yıllarca..
Yeniden Millî Mücadeleciler; Atatürk'ü İngiliz ajanı diye tanıtan seminerlerle yetişmişlerdir.
Komünistler, sosyalistler,Marksist-Leninist devrimciler Atatürk'ü sevmezler; fakat şapkalı Atatürk resimlerini bürolarından, rozetlerini yakalarından düşürmezler...
Tarikatların hemen hiç biri Atatürk'ü sevmezler, kapalı zikir ve sohbet meclislerinde aleyhinde atar-tutarlar; fakat alenî olarak gık diyemezler...
Liberaller Atatürk'ü sevmezler, inceden ince Atatürkçülerle dalga geçerler üstelik... (En namuslu yine bunlar sayılır; kuralları ve kutsalları yok amma; hiç değilse ikiyüzlülük yapmıyorlar.)
Bizim keskin Türkçüler de Atatürk'ü sevmezlerdi. ATSIZ, "İçimizdeki Şeytan" ve "Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferleri", "Z Vitamini" "Dalkavuklar Gecesi" gibi eserlerinde tek parti CHP döneminin tozunu atar.
ATSIZ'ın manevî babası Rıza NUR; "Hayat ve Hatıratım"da Atatürk'e çok ağır hakaretâmiz ifadeler kullanır. Okurken kusasınız gelir.
Şimdi Şamanist geçinen Irkçı-Türkçü toplumcu-buduncu kıytırık gruplar ve onlarla aynı ağzı kullanan "Türk Solu" Atatürk'ü bayraklaştırıyor. Bu da onların çelişkisi olsa gerek. Çünkü hem ATSIZCI, Rıza NURCU hem de Kemalist olmak, eşyanın tabiatına aykırı...
Osman Yüksel Serdengeçti, Atatürk'ü sevmezdi. Hatta öldüğünde "Bir Nesli Nasıl Mahvettiler" kitabında yazdıklarından dolayı Atatürk'e hakaret suçundan hükümlüydü bildiğim kadarıyla... 12 Eylülcüler zamanında, yıllar önce basılmış, en az yüzbin adet satılmış ve defalarca şikayet edilmiş, yargılanmış, beraat etmiş not defterinden küçük bu kitapçıktan dolayı, Türkçülük-Turancılık davasının Osman Zeki Yüksel'i mahkûm edilmişti.
Üstad Necip Fazıl'ın da en fazla hücum şimşeklerini üstüne çekmesine sebep, lâiklik ve Kemalizme karşı tavır almasıdır.
Bugün solun, hatta Atatürkçü geçinenlerin "Büyük Şair" diye yere göğe sığdıramadıkları Moskovadaki kızıl rejimin meddahı Nazım Hikmet Atatürk'e tüküren, hakaret eden mısraların yazarıdır.Çünkü Atatürk zamanında komünistlikten yargılanmış, kodesi boylamıştı.
Güçlü bir hikayeci ve şair olan Sabahattin Ali de Atatürk'ü sevmezdi. Çünkü tek parti döneminde komünist ithamıyla o da takibat altındaydı.
Sağlığında dev heykelleri dikilen ve heykellerine bile methiyeler düzülen Atatürk'ü doğup büyüdüğüm köyde kasabada büyüklerimiz de pek sevmezdi açıkçası. Atatürk heykeline ve büstlerine soğuk bakarlardı.
Devrimci-solcu "Kızılırmak" şairi Hasan Hüseyin'in ifadesiyle halkımız; Mustafa Kemâl'i Atatürk'ten fazla seviyordu.
Velhasıl, toplumun pek çok kesiminde tören Atatürkçülüğü kabul görmedi.Görseydi Millî Görüş gömleğini çıkaran AKP mirasyedileri tek başına iktidara gelemezdi. Devlet, ordusuyla, yargısıyla, üniversiteleri ile Atatürk'ü ve O'nun eseri Türkiye Cumhuriyeti'ni korumak için seferber olmuşken; "cahil halk" sandıktan bir defa olsun tek başına CHP iktidarı çıkarmadı; çıkaracak gibi de gözükmüyor. Herkesin kanun zoruyla Atatürkçü göründüğü Türkiye'de halkın sesine kulak verelim ve düşünelim: Atatürkçülüğü bayraklaştıranlar niçin bu milletten iktidar desteği alamıyorlar? Kendi halkımıza karşı; Atatürk'ü, Atatürkçülüğü süngüyle, silah zoruyla mı koruyacağız?
Neden böyle olduk? Neden Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti'nin üniter yapısını korumak konusunda endişe taşıyoruz?
Neden bölünmekten korkuyoruz? AKP hükümetinin "Açılım" siyasetinden Türklük ve Türkiye adına kaygılanmakta haksız mıyız?
Neden AB'nin, ABD'nin dümen suyuna girdik?
Neden hürriyet ve istiklâl gibi en yüce değerlerimizden adetâ vazgeçer hâle geldik?
Sadece dış düşmanlar, AB, ABD dayatmaları, komplo teorileri geldiğimiz bu teslimiyetçi noktayı izah etmeye yetiyor mu?
Cemaatçiler, nasıl bu kadar güçlü bir para imparatorluğuna dönüştüler?
Telef olan militanları için mevlid ve dualar okutturan bölücü örgüt nasıl siyasallaştı ve meydanlarda, Meclis kürsüsünde nasıl devlete meydan okuyorlar?
Ali Kırca'nın "Siyaset Meydanı"nda "Açılım"ı tartışan çocuklardan birisi;"Siz bayramlarda önderlerinizin resimlerini asıyorsunuz da, biz kendi önderimizin resmini neden asamıyoruz?" diye alenen ve resmen Türkiye Cumhuriyeti'ne meydan okuyabiliyor. Neleri söyleyebileceği üç aşağı beş yukarı belli olan, örgüt propagandası ile beyni evinde yıkanmış bu çocuğu ekranlara çıkartmak, çocukları "Açılım"a alet etmek, siyasetin dilini zavallı çocuklara terketmek affedilir bir iş midir?
Neden tepkileri tüketilen, adetâ sinirleri alınmış lop et yığınına döndürülen bu "kitle"nin hassasiyetlerinin körelmesinden feryat etmeyiz?
Ali Kırca, böyle bir potun ardından yine tv.lerde arz-ı endam edebilecek, medyatörlüğü sürdürebilecek midir? Aklıma gelen, açıkçası yazmaya korktuğum daha bir sürü suâl...
Bunları düşünmeme sebep olan da, son zamanlarda Tayyip Erdoğan'ın adetâ bir intihar bombası gibi rastgele ortalığa salıverdiği "Açılım"a karşı, millî refleksin neden zayıf kaldığı sualiyle kafam meşgul halde okuduğum bir kitap: Yavuz Bülent Bâkiler'in Türk Edebiyatı Vakfı Yayınlarından çıkan GİDENLERİN ARDINDAN kitabı... Derin bir devlet şuuru taşıdığına inandığım Türk Milleti, kanaatimce yanlış Atatürkçülük, yanlış lâiklik uygulamalarından dolayı, yeterince devletine sahiplenmiyor.
Dün AB'ye, ABD'ye meydan okuyan "Akıncı Mücahit Müslüman" Millî Görüşçüler, bugün iktidar saltanatı uğruna emperyalist odakların himâyesine sığınmaktan utanmıyorlar. Millî Görüşçüye gömlek çıkarttıran, para ve güç uğruna inandığını iddia ettiği bütün mukaddesleri ayaklar altına aldıran bu zillet tablosunun yaşanmasında Kemalistlerin de büyük vebâli var.
Yıllarca "Ordumuz-Yurdumuz-Kurdumuz" diyerekten, devlet-i ebed müddet uğruna kanlarını, canlarını fedâ eden ülkücülerden bile yeterince "tepki" alınamıyorsa, Atatürkçü 12 Eylül cuntasının zulümlerinden dolayı değil midir?..
Madem ki bir "Demokratik Açılım" modası vardır; aşağıdaki metinleri okuyalım, düşünelim, tartışalım.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Çağdaş Bir Putlaştırma Örneği; Atatürk'e Tanrı veya Peygamber Diyenler
Cumhuriyetin ilk yıllarında, devletin dine bakış tarzını öğrenebilmek için, önce, okullarda çocuklarımıza okutulan tarih kitaplarına, sosyoloji kitaplarına bakmak lâzım. İstanbul'da 1931 yılında, Devlet Matbaası'nda bastırılan Orta Zamanlar Tarihi'nde İslâmiyet ve Hz. Peygamber (s.a.s.) aleyhinde yazılanlar, en koyu münkirleri bile utandıracak seviyesizliktedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında, devletin resmî ideolojisinde İslâmiyet'in yeri yoktur. Çünkü "İslâm birtakım zevâta göre eskimiştir!", "Hz. Muhammed (s.a.s.) nihâyet bir çöl bedevîsidir", "İslâmiyet'in yerine yeni bir din koymak lâzımdır ki, o da Kemalizmdir." Nitekim Edirne milletvekili Şeref Aykut 'a göre Kemalizm dininin altı esası, altı oktan ibaretti: Yani "Kemalizm dini, cumhuriyetçilik, milliyetçilik, inkılâpçılık, devletçilik, laiklik ve halkçılık prensiplerine dayanmalıydı." Kemalizmin, yeni bir din olarak yayılmasında Şeref Aykut yalnız değildi. İyi ama bu dinin peygamberi kim olmalıydı? Bu sorunun cevabını Behçet Kemal Çağlar verdi: Mustafa Kemal Atatürk! Behçet Kemal, Süleyman Çelebi'nin meşhur Mevlid'ini Atatürk'e uydurmakta ve çıktığı Anadolu il ve ilçelerinde, başına topladığı kalabalıklara Atatürk Mevlidi'ni okutmakta hiçbir sakınca görmedi: (...) Ger dilersiz bulasız oddan necâtMustafâ-yı bâ Kemâl'e essalât.Ol Zübeyde, Mustafâ'nın ânesiOl sedeften doğdu ol dürdânesi!Gün gelip oldu Rızâ'dan hâmileVakt erişti hafta ve eyyâm ile.Geçti böyle, nice ay nice seneVakt erişti bin sekiz yüz seksene.Merhaba ey baş halâskâr merhabaMerhaba ey ulu serdâr merhaba!Edip Ayel, Atatürk'e: "Sen bizim yeni peygamberimizsin!" diye seslenmekte geciktiği için dövünmeye başladı. Behçet Kemal'i geride bırakacak bir atılım içinde olması gerekirdi. Bunu gerçekleştirebilmek için, Atatürk'e yeni dinî sıfatlarla secde etmesi lâzımdı. Edip Ayel, aruzun tumturaklı kalıplarıyla Türk edebiyatının en muhteşem dalkavukluk örneğini ortaya koydu: Cennetse bu yurt, sen onu buldundu harâbeBir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldunTürk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.Tutsak seni lâyık, yüce Tanrı'yla müsâviToprak olamaz kalp doğabilmişse semâvîÖlmez bize cennetlerin ufkundan inen sesİnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez!Edip Ayel'in bu kükremesinden sonra bir tereddüt belirdi: Atatürk, yeni Kemalizm dininin Allah'ı mı olmalıydı; peygamberi mi? Cumhuriyet devri şairlerinin bir büyük bölümü, Atatürk'e kıyamadılar. Onun üstünde de, altında da hiçbir gücün, hiçbir varlığın bulunmasına tahammül edemediler. Bu bakımdan, Atatürk'e hem Allah, hem de peygamber diye seslenerek kendilerinden geçtiler. Behçet Kemal, Edip Ayel'den geri kalmak istemedi:Kaç yıldır Türkçe'ydi Tanrı'nın diliİnsana ne ilâh, ne de sevgiliNe de ana-baba aratıyorduHer an yaratıyor, yaratıyordu.Artık işaret verilmiş, yarış başlamıştı. İpi herkesten önce göğüslemeye çalışan atletler gibi, o devrin edipleri de "Allah", "tanrı", "ilâh", "Kâbe", "put" gibi kelimelerle Atatürk'e daha önce ulaşabilmenin cezbesine kapılmışlardı. Yüzlerce örnekten işte birkaçı: Halil Bedii Yönetken çığlıklar koparıyordu:Tanrı gibi görünüyor her yerdeTopraklarda, denizlerde, göklerdeGönül tapar, kendisinden geçer deHangi yana göz bakarsa: Atatürk.Kemalettin Kamu, kendisine milletvekilliği getiren şiirini kalabalıklara okumaya başladı: "ÇankayaBurada erdi MûsâBurada uçtu İsaBülbül burada varsaHürriyet için öter.Ne örümcek, ne yosunNe mûcize, ne füsun...Kâbe Arab'ın olsunÇankaya bize yeter..."Sonra Faruk Nafiz Çamlıbel, sazını eline aldı:"On milyon bel, iki kat olmuşken eğilmedenO'nda on beş milyonun boyu birden uzaldı.Tanrı, peygamber diye nedir, kimdir bilmedenTaptığımız ne varsa, hepsi ondan şekil aldı.."1938 yılında, Faruk Nafiz, tanrısız kalmamak için, Atatürk'ü yüreğine bir put gibi oturttu:"Yürüyor, kalbimizin durduğu bir yolda değil Kanlı bir göz yaşı nehrinde muazzam tabutunEy ilâhın yüce dâvetlisi, göklerden eğilGöreceksin duruyor kalbimizin üstünde putun!"Türk edebiyatında, tarihin hiçbir devresinde görülmeyen dalkavukluk ve putperestlik örnekleri, patlayan bir lağımın dehşet saçan kokusu ve manzarasıyla etrafa yayılmaya başlamıştı: Akbaba'cı Yusuf Ziya Ortaç da sesini yükseltti: "Topladı avucunda yıldırımı, şimşeğiYoktan var ediyordu tanrı gibi her şeyi.Nurettin Artam, dinin bütün nurlarından koparak kula kul oldu: Koca bir güneşin akşam olmadanDağların ardında sönüşü gibiMillete can veren, vatan yaratanTanrının göklere dönüşü gibi.Her zaman ırkıma büyük Baş AtamTanrılaş gönlümde, tanrılaş Atam!.."Ömer Bedrettin Uşaklı da, Atatürk tapıcılığından kurtulamadı: "Bir güneş gibi yalnızSensin ülkü tanrımızEy Türklüğün bütünü."Vasfi Mahir Kocatürk de, kocaman yakıştırmalarla Kemalizm dininin müridleri arasında zikre başladı: "Peygamber, tanrısına duymadı bu hasretiVermedi bu kudreti tanrı, peygamberine."İlhami Bekir, alnımızın akına, katran karası elleriyle küfrün yobazlığını bulaştırmaya çalıştı:"İlk adam, mavi gözlerle baktı toprağaToprağın haritasını çizdi bayrağaAllah değil, o yazdı alın yazımızı."Bu ruhsuz, bu köksüz, bu tatsız örnekleri uzatmak istemiyorum. Yalnız, Cumhuriyetin o kuruluş yıllarında, zilli-düdüklü dalkavuklar zümresinden, üç önemli ismin ayrıldığını belirtmek istiyorum: Yahya Kemal, Necip Fazıl ve Nazım Hikmet! Nazım Hikmet, daha önce Marks'a ve Lenin'e kul köle olduğu için Atatürk'e secde etmedi. Hatta ona "Burjuva Mustafa Kemal" diye homurdanan şiirler yazdı. Yahya Kemal'le Necip Fazıl, İslâm'ın âmentüsüne bağlı kaldılar. Kemalizm dininin yeni öncüleri ise, imanın altı şartı olan İslâm âmentüsü karşısına, Kemalizm'in yeni âmentüsünü çıkardılar. Bazı devlet kuruluşlarında bastırıp dağıttıkları bu devrimci(!) âmentüyü şöyle yazarak ilân ettiler:"Kahramanlık örneği olan ve vatanın istikbâlini yoktan var eden Mustafa Kemal'e, onun cengâver ordusuna, yüce kanunlarına, mücâhit analarına ve Türkiye için âhiret günü olmayacağına iman ederim."Halk, "halkçı" Kemalistlerin bu dehşetli dalkavukluklarından nefret ediyordu. Din ve dünya işlerini birbirinden ayırmaya çalışan Atatürk ise, kendisine takılan bu dinî sıfatlar karşısında şaşırıp kalıyordu. [1] --------------------------------------------------------------------------------[1] Yavuz Bülent Bakiler, İslâmiyat cilt 3, sayı 3, Temmuz-Eylül 2000
"Benim, 30 yıllık memuriyet hayatımda şahit olduğum hadiselere dayanarak iddia ediyorum:Türkiye'de en rahat ve en tehlikesiz hırsızlık, soygun, vurgun, Atatürkçülük maskesi altında yapılıyor. Atatürkçü geçinen hırsızlara, hiç kimse korkusundan "arkadaş neden çalıp çırpıyorsun?" demiyor, diyemiyor. Eğer ben helâl-haram inancı içinde olmasaydım Kültür Bakanlığı'nda Müsteşar Yardımcısı ve Atatürk'ün Doğumunun 100. yıl çalışmaları Başkanı iken, elimdeki 120 milyonluk bütçenin çok rahat bir şekilde 10 milyonunu çalar çırpardım. 1978-79 yıllarında 10 milyon liraya 10 daire sahibi olur, üstelik bir de "Büyük Atatürkçü"olarak alkışlanırdım. Türkiye, bu çok yanlış Atatürkçülük anlayışından ve Atatürk istismarcılığından, Atatürk taassubundan sıyrılmadıkça çağdaş medeniyet seviyesine yükselemez, rahat nefes alamaz!" (2)
---------------------------------------------------------------------------
(2) Yavuz Bülent Bâkiler, Gidenlerin Ardından, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 1.Baskı 2006, Sayfa:25-26
Efendim; Atatürk'ü Peygamberimizle yarıştırır, NUTUK'u Kur'an-ı Kerîm'e alterneatif gibi dayatırsanız; kaybedersiniz. Hepimizin fikirlerimizi, inançlarımızı, kabullerimizi yeniden gözden geçirme zamanı... AKP'nin "Açılım"ları T.C.'nin temellerini sarsar ve Türk Milletinin istiklâl ve istikbâl kaygısını derinleştirirken; belki tek müsbet faydası, asker dahil bütün tarafların ve kendisini devletin-milletin geleceğinden sorumlu hissedenlerin yeni bir özeleştiri, yeni bir vicdan ve nefs muhasebesini ihtiyaç hissetmeleri olacaktır diye düşünüyorum.
Hasan TÜLKAY 6 Eylül 2009 Pazar-TOKAT
babaturk@mynet.com hasantulkay@hotmail.com http://hasanhoca.azbuz.com/ http://hasanhocam.skyrock.com/
25 Ağustos 2009 Salı
BEŞ GÜNÜN HÜLÂSASI
BEŞ GÜNÜN HÜLÂSASI
BU GÜNLÜK BEŞ GÜNLÜK… BANA MAHSUS İSE DE…
Hepimiz yiyoruz, içiyoruz, nefes alıyoruz… Şehvet dahil, cismânî hayatımız ve ihtiyaçlarımız değişmiyor. Sıcaktan bunalıyor, soğuktan ürperiyor, serinlikte rahatlıyoruz. Açlık, susuzluk ve cinsî ihtiyaçlar canlılar âleminin ortak paydası… Fakat bunun dışında duyuş, düşünüş, yaşayış tarzımız ve başımıza gelenler, başımızdan geçenler itibâriyle, hepimiz farklıyız. Ortak dinî ve millî kimlik, siyâsî yandaşlık, aynı cemiyet ve cemaate mensubiyet duygusu bile, kader hattımızdaki farklılıkları kapatmıyor. Hayat çizgisi hepimizin değişik… Hepimiz, kendi çapımızda bir dünyayız. Hiçbirimizin parmak izi birbirine benzemediği gibi, eşit maddî şartlar altında bile, herkes kendine göre bir hayat yaşıyor… “Nev’î şahsına münhasır olmak” kaderin güzel bir oyunu bence… İlim ve ibret nazarıyla, seyrettiğimiz takdirde, farklılıklardan çok ders çıkarmamız mümkün…
* * * * *
“SINIR TANIMAYAN AŞKLAR” TRT dizisi bir belgesel yapım… Yabancı evlilik hikâyeleri anlatılıyor. Kadın veya erkek, artık yabancılıktan çıkmış, bizim insanımız olmuş Çinli, Finli, Japon, Alman, İtalyan, İngiliz, Amerikalı, Kanadalı, Rus, Arap.. yetmişiki milletten değişik insan, Türklerle evlilik maceralarını anlatıyorlar… 22 Temmuz Çarşamba sabahı Polonya’dan MAURA geldi. İşletme tahsili için AB bursuyla bir dönem Polonya’ya giden Hasan yeğenim, gönül işleriyle de meşgul olmuş. Neticede Maura-Hasan arkadaşlığı “sınır tanımayan aşklar”a mevzûbahis olacak şekilde ilerliyor. Hasan Lehçe, Maura Türkçe bilmese de, çat-pat İngilizce konuşuyorlar şimdilik. Maura konuşamasa da, günlük konuşmalarımızı az çok anlıyor. Nezaket formülü üç beş kelime ve kısa cümlelerle idare ediyor ve hâl diliyle anlaşıyorlar, anlaşıyoruz. Gönül dilinden, sevgiden daha kapsayıcı bir lisan da yok aslında…Aşk da akıl işi değil, gönül işi… Değilse bu yaz sıcağında, soğuk bir memleketten kalkıp, kendini ateşin kucağına atar mı insan?.. Hasan yeğen ülkücü… Yani Türk Milliyetçisi… Maura’ya bozkurt selâmını öğretmiş… Maura sanki doğuştan aileden biri gibi hüsnü kabul gördü… Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öpüyor. Velhâsıl, Polonyalı gelin namzedinin bizimkilerle muhabbetli oturuşuna, kalkışına baktıkça Üstad İskender Pala gibi konuşmak geliyor içimden: “Ah min’el aşk!. Sen nelere kadirsin!..”
*****
BİLGİSAYAR ÇÖKTÜ… BEN DE ÇÖKTÜM… En mühimi içinde vasiyetim ve Fransa TÜRK-FEDERASYON takvim yazıları da bulunan dosyalar, belgeler kurtarılamadı. Halen şoktayım. Paris’te Gare de l’Est’de (Doğu Garında) dizüstü bilgisayarımla pasaportumu, kimliklerimi, cüzdanımı, cep telefonumu çarptırmış; Frenk illerinde parasız, pulsuz, vatansız bir haymatlos olarak kalıvermiştim. 24 Nisan 2006… Ermenilerin “soykırım günü” adıyla bütün Avrupa ülkelerinde ve Amerika’da Türkiye ve Türk Milleti hakkında protesto gösterileri yaptıkları gün… 24 Nisan’ı millî acı günü olarak hafızalarına nakşeden Ermenilerden fazla hatırlayacağım bu günü… İstesem de unutmayacağım, unutamayacağım…
Bilgisayarlara musallat olan virüslerin, sıcaklarla da bir ilgisi var mı?.. Kızgın sıcaklar bilgisayarların kafasını da bozar mı?.. Bilgisayarların kafasını karıştıran, hatta üç-beş kiloluk boş bir kütle yığını haline getiren virüsler, nerde, nasıl üretilir?.. Bu virüsleri piyasaya kimler sürer?.. “Hacker” denilen manyaklar, günün birinde, internet yoluyla insan sağlığını da etkileyen virüsler yayabilirler mi?.. Her işimiz internete ve bilgisayara o kadar bağımlı hale gelmiş ki; dehâ çapında bir deli çıksa ve bir anda dünyadaki sibernetik işletim sistemlerini topyekün tahrip etse, dünyanın hâli nice olurdu?.. Şu son yaşadığımız küresel ekonomik krizi bile arar mıydık?.. Mekanik ve ruhsal internet bağımlısı gençler, kitle halinde intihar mı ederler, yoksa bağımlılıktan kurtuldukları için “Ohh be!.. Dünya varmış!.” mı derler?.. Elektronik erbâbına saçma gelebilecek bu sualler de kafamı kurcalamaya başladı…
Bu çöküntü felâketinden sonra, bilgisayarla ciddî işler yapan dostlara acizâne tavsiyemdir ki: Aklınızı, emeğinizi bu merete emanet etmeyin!.. Her an bir saldırıya uğrayabileceğiniz, virüsler tarafından tahrip edilebileceğiniz ihtimâline göre tedbirinizi alınız. Çalışmalarınızı, ister yazı, ister resim olsun, dört-beş farklı alanda kaydedin: “Belgelerim”de, en az iki değişik e-mail adresinde, flash belekte, CD’de kayıtlarınız bulunsun. Hatta şimdi bir de haricî harddisc beyinler kullanılıyor. Mahremiyeti olan bilgi ve belgeleri internete, elektronik postaya atamazsınız belki… Fakat diğer kayıtları kesinlikle ihmâl etmeyiniz. Daha önce de Flash bellekte ve internetten alınan dosyalarımdaki resimler kayboldu. Fotoğrafların yerine sayfalarca anlamsız şekil ve harfler yığını kaldı. Bazılarının da dosya adları var, açılmıyor. Bilgiyarcılar ona da ezilmiş dosya diyorlar.. Ezilmiş dosyalar da yine virüslerin marifeti imiş ve de tamiratı şansa bağlı imiş… Öyle diyorlar…Benden söylemesi….
* * * * *
“DÜNYADA MEKÂN – AHİRETTE İMAN” Tokat’tan bir haber geldi. Kızımla damadım “ev”lendik diye müjde veriyorlar. İnşallah torunumuz kiracı olarak dünyaya gelmeyecek, kendi evlerinde büyüyecek. Ne kadar buhran (kriz) de olsa, gençler bizden şanslı… Benim ilkokul öğretmenlerim, ancak tekaüde ayrıldıktan sonra ev sahibi olabildiler. Bizim nesil evlendikten on-yirmi yıl sonra kendi evlerine yerleşebildiler. Şimdikiler ise bir-iki yıl içinde, hem ev, hem araba sahibi olabiliyorlar. Rabbim kimseyi aç ve açıkta bırakmasın… Öğretmenlerimiz de asgarî ücretlilere ve emekli ağabeylerine, ablalarına baksınlar, fazla ağlaşmasınlar… Hesabı kitabı ve de ahlâkı düzgün, lüks ve israftan kaçınan, karı-koca çalışan öğretmenlerin hayat standartları düne göre çok daha yüksek… Biraz da şükretmesini bilelim. Fakat daha âdil ve insanca bir düzen için de çalışmayı ihmâl etmeyelim. En azından içtimaî adalet ve insanî paylaşım, yardımlaşma duygularımızı kaybetmeyelim ki; Müslüman ve insan oluşumuzun farkını hissedelim.
Cuma namazını ilkokula giden yeğenlerim Cemal ve Okan’la aynı camide kılmıştım. Bu mübarek akşam, Tokat’tan gelen “Biz evlendik” müjdesine, yeğenlerimle aynı safta Cuma kılmamız kadar seviniyorum…
“Bizi vatansız, mekânsız ve imansız bırakma Allah’ım!..”
* * * * *
“TOKAT YOLLARI TAŞLI – HANIMIN GÖZÜ YAŞLI” demeyecğim… Gözü yaşlı ise bile, sevinçtendir. İkindi sonrası, beşbuçuk otobüsüyle Tokat’a revân oldu. Ben Bucak’ta indim, doğruca ana evine, ata ocağına.. Birader Metin hariç, cümbür cemaat herkes burada.. Gelinler, damatlar, oğlanlar, kızlar, torunlar, hattâ torunun çocuğu Hamza Kağan ve Polonyalı gelin adayımız Maura da burada… Ata ocağımız şenlenmiş… Anam mutlu, gönlü şâd… “Acaba Yusuf dedeniz sağ olsaydı, Maura’yı nasıl karşılardı?.. Kaç hadi, damat Mehmet çok iyi adammış, Hasan’a bişeycik demedi. Babanız olsa kıyameti koparırdı.” Hep beraber yedik, içtik, çekirdek çıtırtısıyla karışık saatlerce sohbet ettik. Maura da aileden biri sanki… İşaretle ve hâl diliyle hepimizle anlaşıyor. Üç kız, üç oğlan, üç gelin, üç damat, ondört torun.. Emmi, dayı, hala, teyze… Birinci derecede akrabalarla bile bir düğüne yetecek kalabalığımız olacak… Aile bağlarımız güçlü olsa, her zaman bu birliği, bu dirliği muhafaza etsek, ne kadar huzurlu ve mutlu olacağız. Geç vakte kadar sohbeti kaynattık… 26 Temmuz Pazar sabahı saat sekiz buçukta hanım da Tokat’a ulaşmış. Kızıyla, damadıyla O da orada mutlu oluvermiş…
“Zam-zulüm-işkence” yaşasak da, memleket ayağımızın altından kaysa da, Doğu Türkistan’da kan gövdeyi götürse de, mutluluk duygusuna muhtacız. Aile saadeti de gerçek mutluluğun sigortası, aslı esası bence… Anamın mutluluğu gözlerinden okunuyor…
* * * * *
SAZ ÇALAN HOCALAR… Hoca dediysem de hakikî hoca.. Yani imam… Hatip imam hem de… Uşak’tan Kâmil Metin hoca telefon etti. 5 Ağustos’ta tekrar Fransa’ya gidiyormuş. Fransa TÜRK FEDERASYON’a bağlı SALLANCHES ERGENEKON ÜLKÜ OCAĞI’nda görev yapacak. Kamil hoca şuurlu bir arkadaşımız. Vazife aşkı ve heyecanı hareketlerine akseder… kıpır kıpır, yerinde duramaz..Telefonla bana danışıyor: “Hocam, gençlerimizle daha sıcak bir dialog kurabilmek için, saz kursuna gittim. Biraz bağlama öğrendim. Acaba cemaat nasıl karşılar?..” Cühelâ yobaz takımı saz çalan, türkü çığıran hocayı hoş karşılamaz. Fakat şükür ki, bizim cemaatin içinde bu taife azınlıkta kalır. Gençler ise düğün bayram edecektir. İşte tam bize göre bir hoca diyeceklerdir. Kamil Hoca ayrıca Türk tarihi ve kültürü, Türklük coğrafyasına dair soru-cevaplar şeklinde metinler hazırlamış. Gurbetteki yavrularımıza dinini, dilini, tarihini, kültürünü öğretme gayretinde olacak. Kâmil hoca “Kıl beşi, bitir işi” anlayışı ile iktifâ edecek cinsten piyasa hocalarından değil… Cemaate, bilhassa gençlerimize gerçek manâda imamlık; yani eğitimcilik ve rehberlik de yapacağına inanıyorum. Niyeti halis… Yolun açık olsun Kâmil Hocam… Avrupa’nın en zirve noktalarından birinde, Mont Blanc’ın eteğinde, gurbetçi soydaşlarımızla birlikte TÜRK-İSLÂM töresinin bayrağını dalgalandıracağınıza inanıyorum. Sallanche Fransa’da ülkücü hareketin bayrağının ilk dalgalandığı yerdir. Otuz beş yıllık şanlı bir mirasın birikimi üzerine bina edeceğiniz yeni hizmetler; Avrupadaki Türk toplumunu ilânihâye varlığını korumasının da garantisi olacaktır…
Yolunuz açık, Rabbim yardımcınız, gazânız mübârek olsun Kâmil hocam… Kınayanların kınamasına aldırmadan, siz doğru bildiğiniz işleri yapmaya devam edin. Yunus’un ilâhîleri de, Alevî Bektaşî nefesleri de; neyimiz de, bağlamamız da; müşterek kitabımız Kerîm Kitap KİTABULLAH kadar bizim…
* * * * *
MİTİNG GİBİ CENÂZE TÖRENİ… Yakınımızdaki Köle mezarlığına Çobanpınar köyünden bir cenaze defnediyormuş. Ben de dualı bir düğün töreni zannettim önce.. Hocanın avazı Alâddin Mahallesinden Cami Mahallesine, Şirlekten Kocayeriçi’ne kadar duyuluyor. Cenaze defin merasimini hoparlörle naklen yedi mahalleye ilân etmenin, bilmediğimiz faydaları mı var acaba?.. Alkışlarla, “ Kalbimizde yaşıyor” gibi sloganlarla, hatta şarkılarla cenaze kaldıran çevreleri, sanki mukaddesatımıza küfrediyorlarmış gibi yadırgıyoruz. Bir ağabeyimizin öfke dozu ağır kaçan ifadesiyle “Kılmayın lan bu lâik dümbüklerin cenâze namazını” demesem de, miting yapar gibi, Avrupaî usûllerle cenaze kaldıranları yadırgamışımdır. Peki mezarlıktaki cenaze defin dua ve telkinlerinin hoparlörle ezan okur gibi ilân edilmesi hoş mudur?.. Müslüman ağır ve vakur olmalı… Miting havasında cenaze kaldırmak da, çağdaş Müslüman görgüsüzlüğü…
Cenaze töreni bize ölümü ihtar ettiği ve nefsimizi murakebeye vesîle olduğu kadar manidâr… “Bağırmak, çağırmak nafile bugün” diyebilip, ölümüzün arkasından bir Fatiha gönderebiliyorsak yeter!..
Gerisi hikâye!...
Hasan TÜLKAY 26 Temmuz 2009 Pazar, BUCAK – BURDUR
babaturk@mynet.com hasantulkay@hotmail.com
http://hasanhoca.azbuz.com/ http://hasanhocam.skyrock.com/
BU GÜNLÜK BEŞ GÜNLÜK… BANA MAHSUS İSE DE…
Hepimiz yiyoruz, içiyoruz, nefes alıyoruz… Şehvet dahil, cismânî hayatımız ve ihtiyaçlarımız değişmiyor. Sıcaktan bunalıyor, soğuktan ürperiyor, serinlikte rahatlıyoruz. Açlık, susuzluk ve cinsî ihtiyaçlar canlılar âleminin ortak paydası… Fakat bunun dışında duyuş, düşünüş, yaşayış tarzımız ve başımıza gelenler, başımızdan geçenler itibâriyle, hepimiz farklıyız. Ortak dinî ve millî kimlik, siyâsî yandaşlık, aynı cemiyet ve cemaate mensubiyet duygusu bile, kader hattımızdaki farklılıkları kapatmıyor. Hayat çizgisi hepimizin değişik… Hepimiz, kendi çapımızda bir dünyayız. Hiçbirimizin parmak izi birbirine benzemediği gibi, eşit maddî şartlar altında bile, herkes kendine göre bir hayat yaşıyor… “Nev’î şahsına münhasır olmak” kaderin güzel bir oyunu bence… İlim ve ibret nazarıyla, seyrettiğimiz takdirde, farklılıklardan çok ders çıkarmamız mümkün…
* * * * *
“SINIR TANIMAYAN AŞKLAR” TRT dizisi bir belgesel yapım… Yabancı evlilik hikâyeleri anlatılıyor. Kadın veya erkek, artık yabancılıktan çıkmış, bizim insanımız olmuş Çinli, Finli, Japon, Alman, İtalyan, İngiliz, Amerikalı, Kanadalı, Rus, Arap.. yetmişiki milletten değişik insan, Türklerle evlilik maceralarını anlatıyorlar… 22 Temmuz Çarşamba sabahı Polonya’dan MAURA geldi. İşletme tahsili için AB bursuyla bir dönem Polonya’ya giden Hasan yeğenim, gönül işleriyle de meşgul olmuş. Neticede Maura-Hasan arkadaşlığı “sınır tanımayan aşklar”a mevzûbahis olacak şekilde ilerliyor. Hasan Lehçe, Maura Türkçe bilmese de, çat-pat İngilizce konuşuyorlar şimdilik. Maura konuşamasa da, günlük konuşmalarımızı az çok anlıyor. Nezaket formülü üç beş kelime ve kısa cümlelerle idare ediyor ve hâl diliyle anlaşıyorlar, anlaşıyoruz. Gönül dilinden, sevgiden daha kapsayıcı bir lisan da yok aslında…Aşk da akıl işi değil, gönül işi… Değilse bu yaz sıcağında, soğuk bir memleketten kalkıp, kendini ateşin kucağına atar mı insan?.. Hasan yeğen ülkücü… Yani Türk Milliyetçisi… Maura’ya bozkurt selâmını öğretmiş… Maura sanki doğuştan aileden biri gibi hüsnü kabul gördü… Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öpüyor. Velhâsıl, Polonyalı gelin namzedinin bizimkilerle muhabbetli oturuşuna, kalkışına baktıkça Üstad İskender Pala gibi konuşmak geliyor içimden: “Ah min’el aşk!. Sen nelere kadirsin!..”
*****
BİLGİSAYAR ÇÖKTÜ… BEN DE ÇÖKTÜM… En mühimi içinde vasiyetim ve Fransa TÜRK-FEDERASYON takvim yazıları da bulunan dosyalar, belgeler kurtarılamadı. Halen şoktayım. Paris’te Gare de l’Est’de (Doğu Garında) dizüstü bilgisayarımla pasaportumu, kimliklerimi, cüzdanımı, cep telefonumu çarptırmış; Frenk illerinde parasız, pulsuz, vatansız bir haymatlos olarak kalıvermiştim. 24 Nisan 2006… Ermenilerin “soykırım günü” adıyla bütün Avrupa ülkelerinde ve Amerika’da Türkiye ve Türk Milleti hakkında protesto gösterileri yaptıkları gün… 24 Nisan’ı millî acı günü olarak hafızalarına nakşeden Ermenilerden fazla hatırlayacağım bu günü… İstesem de unutmayacağım, unutamayacağım…
Bilgisayarlara musallat olan virüslerin, sıcaklarla da bir ilgisi var mı?.. Kızgın sıcaklar bilgisayarların kafasını da bozar mı?.. Bilgisayarların kafasını karıştıran, hatta üç-beş kiloluk boş bir kütle yığını haline getiren virüsler, nerde, nasıl üretilir?.. Bu virüsleri piyasaya kimler sürer?.. “Hacker” denilen manyaklar, günün birinde, internet yoluyla insan sağlığını da etkileyen virüsler yayabilirler mi?.. Her işimiz internete ve bilgisayara o kadar bağımlı hale gelmiş ki; dehâ çapında bir deli çıksa ve bir anda dünyadaki sibernetik işletim sistemlerini topyekün tahrip etse, dünyanın hâli nice olurdu?.. Şu son yaşadığımız küresel ekonomik krizi bile arar mıydık?.. Mekanik ve ruhsal internet bağımlısı gençler, kitle halinde intihar mı ederler, yoksa bağımlılıktan kurtuldukları için “Ohh be!.. Dünya varmış!.” mı derler?.. Elektronik erbâbına saçma gelebilecek bu sualler de kafamı kurcalamaya başladı…
Bu çöküntü felâketinden sonra, bilgisayarla ciddî işler yapan dostlara acizâne tavsiyemdir ki: Aklınızı, emeğinizi bu merete emanet etmeyin!.. Her an bir saldırıya uğrayabileceğiniz, virüsler tarafından tahrip edilebileceğiniz ihtimâline göre tedbirinizi alınız. Çalışmalarınızı, ister yazı, ister resim olsun, dört-beş farklı alanda kaydedin: “Belgelerim”de, en az iki değişik e-mail adresinde, flash belekte, CD’de kayıtlarınız bulunsun. Hatta şimdi bir de haricî harddisc beyinler kullanılıyor. Mahremiyeti olan bilgi ve belgeleri internete, elektronik postaya atamazsınız belki… Fakat diğer kayıtları kesinlikle ihmâl etmeyiniz. Daha önce de Flash bellekte ve internetten alınan dosyalarımdaki resimler kayboldu. Fotoğrafların yerine sayfalarca anlamsız şekil ve harfler yığını kaldı. Bazılarının da dosya adları var, açılmıyor. Bilgiyarcılar ona da ezilmiş dosya diyorlar.. Ezilmiş dosyalar da yine virüslerin marifeti imiş ve de tamiratı şansa bağlı imiş… Öyle diyorlar…Benden söylemesi….
* * * * *
“DÜNYADA MEKÂN – AHİRETTE İMAN” Tokat’tan bir haber geldi. Kızımla damadım “ev”lendik diye müjde veriyorlar. İnşallah torunumuz kiracı olarak dünyaya gelmeyecek, kendi evlerinde büyüyecek. Ne kadar buhran (kriz) de olsa, gençler bizden şanslı… Benim ilkokul öğretmenlerim, ancak tekaüde ayrıldıktan sonra ev sahibi olabildiler. Bizim nesil evlendikten on-yirmi yıl sonra kendi evlerine yerleşebildiler. Şimdikiler ise bir-iki yıl içinde, hem ev, hem araba sahibi olabiliyorlar. Rabbim kimseyi aç ve açıkta bırakmasın… Öğretmenlerimiz de asgarî ücretlilere ve emekli ağabeylerine, ablalarına baksınlar, fazla ağlaşmasınlar… Hesabı kitabı ve de ahlâkı düzgün, lüks ve israftan kaçınan, karı-koca çalışan öğretmenlerin hayat standartları düne göre çok daha yüksek… Biraz da şükretmesini bilelim. Fakat daha âdil ve insanca bir düzen için de çalışmayı ihmâl etmeyelim. En azından içtimaî adalet ve insanî paylaşım, yardımlaşma duygularımızı kaybetmeyelim ki; Müslüman ve insan oluşumuzun farkını hissedelim.
Cuma namazını ilkokula giden yeğenlerim Cemal ve Okan’la aynı camide kılmıştım. Bu mübarek akşam, Tokat’tan gelen “Biz evlendik” müjdesine, yeğenlerimle aynı safta Cuma kılmamız kadar seviniyorum…
“Bizi vatansız, mekânsız ve imansız bırakma Allah’ım!..”
* * * * *
“TOKAT YOLLARI TAŞLI – HANIMIN GÖZÜ YAŞLI” demeyecğim… Gözü yaşlı ise bile, sevinçtendir. İkindi sonrası, beşbuçuk otobüsüyle Tokat’a revân oldu. Ben Bucak’ta indim, doğruca ana evine, ata ocağına.. Birader Metin hariç, cümbür cemaat herkes burada.. Gelinler, damatlar, oğlanlar, kızlar, torunlar, hattâ torunun çocuğu Hamza Kağan ve Polonyalı gelin adayımız Maura da burada… Ata ocağımız şenlenmiş… Anam mutlu, gönlü şâd… “Acaba Yusuf dedeniz sağ olsaydı, Maura’yı nasıl karşılardı?.. Kaç hadi, damat Mehmet çok iyi adammış, Hasan’a bişeycik demedi. Babanız olsa kıyameti koparırdı.” Hep beraber yedik, içtik, çekirdek çıtırtısıyla karışık saatlerce sohbet ettik. Maura da aileden biri sanki… İşaretle ve hâl diliyle hepimizle anlaşıyor. Üç kız, üç oğlan, üç gelin, üç damat, ondört torun.. Emmi, dayı, hala, teyze… Birinci derecede akrabalarla bile bir düğüne yetecek kalabalığımız olacak… Aile bağlarımız güçlü olsa, her zaman bu birliği, bu dirliği muhafaza etsek, ne kadar huzurlu ve mutlu olacağız. Geç vakte kadar sohbeti kaynattık… 26 Temmuz Pazar sabahı saat sekiz buçukta hanım da Tokat’a ulaşmış. Kızıyla, damadıyla O da orada mutlu oluvermiş…
“Zam-zulüm-işkence” yaşasak da, memleket ayağımızın altından kaysa da, Doğu Türkistan’da kan gövdeyi götürse de, mutluluk duygusuna muhtacız. Aile saadeti de gerçek mutluluğun sigortası, aslı esası bence… Anamın mutluluğu gözlerinden okunuyor…
* * * * *
SAZ ÇALAN HOCALAR… Hoca dediysem de hakikî hoca.. Yani imam… Hatip imam hem de… Uşak’tan Kâmil Metin hoca telefon etti. 5 Ağustos’ta tekrar Fransa’ya gidiyormuş. Fransa TÜRK FEDERASYON’a bağlı SALLANCHES ERGENEKON ÜLKÜ OCAĞI’nda görev yapacak. Kamil hoca şuurlu bir arkadaşımız. Vazife aşkı ve heyecanı hareketlerine akseder… kıpır kıpır, yerinde duramaz..Telefonla bana danışıyor: “Hocam, gençlerimizle daha sıcak bir dialog kurabilmek için, saz kursuna gittim. Biraz bağlama öğrendim. Acaba cemaat nasıl karşılar?..” Cühelâ yobaz takımı saz çalan, türkü çığıran hocayı hoş karşılamaz. Fakat şükür ki, bizim cemaatin içinde bu taife azınlıkta kalır. Gençler ise düğün bayram edecektir. İşte tam bize göre bir hoca diyeceklerdir. Kamil Hoca ayrıca Türk tarihi ve kültürü, Türklük coğrafyasına dair soru-cevaplar şeklinde metinler hazırlamış. Gurbetteki yavrularımıza dinini, dilini, tarihini, kültürünü öğretme gayretinde olacak. Kâmil hoca “Kıl beşi, bitir işi” anlayışı ile iktifâ edecek cinsten piyasa hocalarından değil… Cemaate, bilhassa gençlerimize gerçek manâda imamlık; yani eğitimcilik ve rehberlik de yapacağına inanıyorum. Niyeti halis… Yolun açık olsun Kâmil Hocam… Avrupa’nın en zirve noktalarından birinde, Mont Blanc’ın eteğinde, gurbetçi soydaşlarımızla birlikte TÜRK-İSLÂM töresinin bayrağını dalgalandıracağınıza inanıyorum. Sallanche Fransa’da ülkücü hareketin bayrağının ilk dalgalandığı yerdir. Otuz beş yıllık şanlı bir mirasın birikimi üzerine bina edeceğiniz yeni hizmetler; Avrupadaki Türk toplumunu ilânihâye varlığını korumasının da garantisi olacaktır…
Yolunuz açık, Rabbim yardımcınız, gazânız mübârek olsun Kâmil hocam… Kınayanların kınamasına aldırmadan, siz doğru bildiğiniz işleri yapmaya devam edin. Yunus’un ilâhîleri de, Alevî Bektaşî nefesleri de; neyimiz de, bağlamamız da; müşterek kitabımız Kerîm Kitap KİTABULLAH kadar bizim…
* * * * *
MİTİNG GİBİ CENÂZE TÖRENİ… Yakınımızdaki Köle mezarlığına Çobanpınar köyünden bir cenaze defnediyormuş. Ben de dualı bir düğün töreni zannettim önce.. Hocanın avazı Alâddin Mahallesinden Cami Mahallesine, Şirlekten Kocayeriçi’ne kadar duyuluyor. Cenaze defin merasimini hoparlörle naklen yedi mahalleye ilân etmenin, bilmediğimiz faydaları mı var acaba?.. Alkışlarla, “ Kalbimizde yaşıyor” gibi sloganlarla, hatta şarkılarla cenaze kaldıran çevreleri, sanki mukaddesatımıza küfrediyorlarmış gibi yadırgıyoruz. Bir ağabeyimizin öfke dozu ağır kaçan ifadesiyle “Kılmayın lan bu lâik dümbüklerin cenâze namazını” demesem de, miting yapar gibi, Avrupaî usûllerle cenaze kaldıranları yadırgamışımdır. Peki mezarlıktaki cenaze defin dua ve telkinlerinin hoparlörle ezan okur gibi ilân edilmesi hoş mudur?.. Müslüman ağır ve vakur olmalı… Miting havasında cenaze kaldırmak da, çağdaş Müslüman görgüsüzlüğü…
Cenaze töreni bize ölümü ihtar ettiği ve nefsimizi murakebeye vesîle olduğu kadar manidâr… “Bağırmak, çağırmak nafile bugün” diyebilip, ölümüzün arkasından bir Fatiha gönderebiliyorsak yeter!..
Gerisi hikâye!...
Hasan TÜLKAY 26 Temmuz 2009 Pazar, BUCAK – BURDUR
babaturk@mynet.com hasantulkay@hotmail.com
http://hasanhoca.azbuz.com/ http://hasanhocam.skyrock.com/
RAMAZAN BİLDİRİSİ
RAMAZAN BİLDİRİSİ
*********************
Muhabbetle sarışalım
Allah için Ramazanda
İyilikte yarışalım
Allah için Ramazanda
*********************
Dargın isek barışalım
iftar vakti görüşelim
Büyük küçük karışalım
Allah için Ramazanda
*********************
Helâl rızıklar yiyelim
Temiz libaslar giyelim
Hakk'a şükürler diyelim
Allah için Ramazanda
*********************
Zekatımızı verelim
Kimsesizleri görelim
Cennet gülleri derelim
Allah için Ramazanda
*********************
Bir güzel abdest alalım
Teravihleri kılalım
Yalnız Hakk'a kul olalım
Allah için Ramazanda
*********************
Oruç tutsak özümüzle
Dilimizle sözümüzle
Kulağımız gözümüzle
Allah için Ramazanda
*********************
Kalp ve gönül kırmayalım
Çocuklara vurmayalım
Boşuna aç durmayalım
Allah için Ramazanda
*********************
Davetlerden kaçmayalım
İsraf edip saçmayalım
İçki tütün içmeyelim
Allah için Ramazanda
*********************
Dua edek birlik için
Vatanımda dirlik için
Tutuşalım için için
Allah için Ramazanda
*********************
Binlerce şehit müslüman
Saraybosna Azerbaycan
Yalvar Hakk'a dinsin bu kan
Allah için Ramazanda
*********************
Günahlardan arınalım
Ar perdesi bürünelim
Melek gibi görünelim
Allah için Ramazanda
*********************
İçimiz nur dışımız nur
Yüreklere dolsun huzur
Hesabımız olsun hazır
Allah için Ramazanda
*********************
Ecdadımız analım gel
Aslımıza dönelim gel
Temellere inelim gel
Allah için Ramazanda
*********************
Dedikodu etmeyelim
Kan davası gütmeyelim
Hiç kimseye atmayalım
Allah için Ramazanda
*********************
Yeni bir kimlik bulalım
Hak deryasına dalalım
Gerçek müslüman olalım
Allah için Ramazanda
*********************
Gönülleri dokuyalım
Hadis Kur'an okuyalım
Bülbül gibi şakıyalım
Allah için Ramazanda
*********************
Tesbih çeksin ellerimiz
Zikreylesin dillerimiz
Hakk'a açık kollarımız
Allah için Ramazanda
*********************
Hasan Hocam söyler özden
İbret alır güzel sözden
Yaşlar akıtalım gözden
Allah için Ramazanda
*********************
Hasan TÜLKAY 10 Şubat 1994 ROMANS (26100)- FRANSA
*********************
Muhabbetle sarışalım
Allah için Ramazanda
İyilikte yarışalım
Allah için Ramazanda
*********************
Dargın isek barışalım
iftar vakti görüşelim
Büyük küçük karışalım
Allah için Ramazanda
*********************
Helâl rızıklar yiyelim
Temiz libaslar giyelim
Hakk'a şükürler diyelim
Allah için Ramazanda
*********************
Zekatımızı verelim
Kimsesizleri görelim
Cennet gülleri derelim
Allah için Ramazanda
*********************
Bir güzel abdest alalım
Teravihleri kılalım
Yalnız Hakk'a kul olalım
Allah için Ramazanda
*********************
Oruç tutsak özümüzle
Dilimizle sözümüzle
Kulağımız gözümüzle
Allah için Ramazanda
*********************
Kalp ve gönül kırmayalım
Çocuklara vurmayalım
Boşuna aç durmayalım
Allah için Ramazanda
*********************
Davetlerden kaçmayalım
İsraf edip saçmayalım
İçki tütün içmeyelim
Allah için Ramazanda
*********************
Dua edek birlik için
Vatanımda dirlik için
Tutuşalım için için
Allah için Ramazanda
*********************
Binlerce şehit müslüman
Saraybosna Azerbaycan
Yalvar Hakk'a dinsin bu kan
Allah için Ramazanda
*********************
Günahlardan arınalım
Ar perdesi bürünelim
Melek gibi görünelim
Allah için Ramazanda
*********************
İçimiz nur dışımız nur
Yüreklere dolsun huzur
Hesabımız olsun hazır
Allah için Ramazanda
*********************
Ecdadımız analım gel
Aslımıza dönelim gel
Temellere inelim gel
Allah için Ramazanda
*********************
Dedikodu etmeyelim
Kan davası gütmeyelim
Hiç kimseye atmayalım
Allah için Ramazanda
*********************
Yeni bir kimlik bulalım
Hak deryasına dalalım
Gerçek müslüman olalım
Allah için Ramazanda
*********************
Gönülleri dokuyalım
Hadis Kur'an okuyalım
Bülbül gibi şakıyalım
Allah için Ramazanda
*********************
Tesbih çeksin ellerimiz
Zikreylesin dillerimiz
Hakk'a açık kollarımız
Allah için Ramazanda
*********************
Hasan Hocam söyler özden
İbret alır güzel sözden
Yaşlar akıtalım gözden
Allah için Ramazanda
*********************
Hasan TÜLKAY 10 Şubat 1994 ROMANS (26100)- FRANSA
Kaydol:
Yorumlar (Atom)
!->